18.9.12

I do hope so

son günlerde hiç yorulmadığım kadar yoruluyorum. istanbul'a taşınmak, işe başlamak, para kazanmak için lüzumsuz kağıt işleri yapmak, hiç kimsenin istanbul'da olmaması, olanın da bencileyin işe gitmesi ve herkesin evine kendini zor atması, nedense hafta sonlarının da hafta içlerinin aksine yönde bir hızla geçip gitmesi ile ilgili her şey. ve diğer kişisel sebepler.
sen şimdi bana kalbi çoktan dağılmamış ama aşka inanan bir adam göster o da benle anlaşabilsin. böyle fonda anathema çalsın filan bu sırada. aşağsı şebnem ferah.
ne mahremiyetin ne de güvenin yıllardır kalmadığı bölgeden çıkış yok gibi. ama bundan sana ne bana ne ona ne bize ne size ne onlara ne...
balkonda kızlı erkekli bira içip türkü çığırdıkları için kiracısı kızları evinden atan ev sahibemin varlığına inat, evine gidemediğim, gidip de kalamadığım, kalıp da duramadığım, üstüne onlar gelince kovduğum adamları düşünüyorum. "gündeliğin başı boş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyorlar." suçu da zamanın tersliğine atmak adettendir. sahi öyleydi desem yalan olur. yine de görülecek şeyler vardı demek ki bir kaderci yaklaşımla.
şimdi çıksa ve gelse, o, ben, esra erol, hülya avşar ve acun napardık koca istanbul'da? hangimizin yatıyla giderik çeşme kıyılarına? bilinmez.
ne kadar zaman olmuş bir roman, eleştiri yazısı, dergi okumayalı, ne kadar geçmiş son izlediğim filmin üstünden? bunlar hep dert, hep problem. sabah ezanıyla kalkılıp ama asla namaz kılmayarak işe gittimiz bu yerde en yakın sinemanın ve kitapçının kilometrelerce uzakta olduğunu bilerek ve yüz bilemedin beş yüz metre ötedeki gösterimlere neden gittiğimizi kendimizin de bilmediği o günleri pas geçerek napıyoruz? neden çoğul konuşuyoruz? neden rakı, neden sigara, neden esra erol'un sesi kapalı, neden prodigy ve ne için lan içerenköy kozyatağı?