28.3.12

teoman şarkılarının büyülü dünyası

söz konusu teoman şarkısıysa
 "bize gelsin" diyen adama aşık olabiliyorum.
sanırım zaaf...

baştan başlık.

şiirlerini okumak istiyorum. ama yok. en azından ortalarda yok. keşke olsa. aldığı nefes fazla gelir mi yahu insanın? hımmm. içim daralıyor. mevsimsel. mavisel. morsal. dorsal. pıh.

27.3.12

kendimi işe yaramaz gibi hissediyorum. şahane kötü bir hissiyatmış. sanki öyle iş olsun diye duruyorum gibi.
bitmiş gitmiş.
ölelim.

23.3.12

bazen nezaketin lüzumu yok

Sayın ....,
Ben psikolog Pınar Kurban. 17. Ulusal Psikoloji Kongresi düzenleme kurulu başkanı olduğunuz için ilgili konunun muatabının da siz olduğunuzu düşündüğüm için bu maili atıyorum.Ben yeni mezun bir psikolog olarak, lisans hayatımda olduğu gibi şimdi de kongreleri takip ederek yeni bilgilere ulaşmaya, akademik camiayla bir şeyler paylaşmaya, hızla gelişen psikoloji bilimini yakından izlemeye çalışıyorum. Kongrelerde yer alan çalışma grupları da teoriyi pratiğe dökme açısından güzel bir fırsat oluşturuyordu. Oluşturuyordu diyorum, çünkü ücretsizdi. Mersin'de düzenlenen kongrede sayın Yerlikaya'dan tam gün psikodrama çalıştayına ücretsiz katılabilme şansını yakalayabilmiş olduğuma bilmem artık şükür mü etmeliyim?
Gördüğüm kadarıyla başkanı olduğunuz kongrenin ciddi maddi kaygıları var ki ilk basamakta lisans öğrencilerinin kaydının dondurulmasıyla da açıkçası sezmiştik. Çalıştayların ücrete bağlanmasıyla da kendi adıma emin olduğumu belirtmek istiyorum. Bu durumun ne gibi bir savunması olabileceğini gerçekten bilemiyorum. Zira öğrenci kongrelerinde bile bu işler, çok samimi bir şekilde söylüyorum ki, daha iyi yapılıyor. Kongrenin birinci gününün adeta parası olanlara ayrılması oldukça enteresan. Çünkü programda başka hiçbir şey yok. Diğer günlerde ise 2'şer konuşmacı 2'şer panelle adeta geçiştirilmiş. Sadece bu aşamada biraz heyecanlı olduğuma inanmak ve programın henüz bu kadarının yansıtıldığını, geri kalan kısmınınsa ilerleyen dönemde genişletileceğini düşünmek istiyorum. Umarım gerçekten de böyle olur.
Eğer diyorsanız ki kaliteli konuşmacılar getirtmek, daha verimli çalışma grupları hazırlamak için böyle bir ekstra para talebindeyiz, o zaman keşke fikrimizi sorsaydınız demek istiyorum. Çünkü katılamadığımız ama "kaliteli" çalıştaylardansa katılabildiğimiz lakin "vasat" olanlarını büyük çoğunluğumuzun tercih edeceğine gönülden inanıyorum. Kaldı ki bugüne kadar yapılan ücretsiz çalıştayların oldukça kaliteli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Mailimin şahsınızla hiçbir ilgisi olmadığını, sadece düzenleme kurulu başkanı sıfatında bulunduğunuz için size göndermek durumunda kaldığımı tekrar belirtmek isterim
Bu tuhaf uygulamanın mütemadi hale gelmemesi dileklerimle.
Saygılar.
Pınar Kurban

Daha nazik, resmi ve kısa olamadığımı fark ettim elimden gelenin en iyisi belki şu:
Ey ademoğlu,
Bu kadar kapitalistliğin lüzumu yok!
Biteviye ve mütemadi.
Saygılar.
Fıstıkçışahap.

21.3.12

abuk sabuk saçmalayasım geliyor

beni bu blog olayına karıştıran blog kullanıcıları vardı, artık onların sayfalarına ulaşılamıyor. kızdığım bir şey bu. niye yani? bari insan şuraya taşındık der ya da kapattık der. yok hiçbir şey yok.
son bir yılda bir şeyler olmuş olmalı ki adam gibi yazan adamların külliyatı yok olmuş. eskilerden kim kaldık?
saatler saatler boyu dinlediğim bir kaç gündür duman mor ve ötesi hatta ceza hadise bile beni kesmedi. aradığım şeyler bunlar değil. lakin lizst de değil. ama ne? adele filan hiç değil. kusturana kadar çaldılar her yerde.
oha taş deodorant -her nasıl yazılıyorsa- varmış! allah allah. enteresan. nası bir şey ola ki?
tanrı varsa bu kafa karışıklıklarım için sözcüler yolluyor bence. geçen waffle yemeye oturdum, insanların birbirlerine anlattıkları şeyler günlerdir üstüne düşündüğüm şeylerdi. ama cevap yok. ikisi de ayrı kutpu savununca olmuyor. olamıyor.
yahu işte 23 yaşında insansın, düşünüyorsun elbette hayatta bazı şeyleri iyi mi ettin kötü mü ettin ne ettin? bunun içine 6 yıllık sevgilin de var, okuduğun üniversite de var, bölüm de var, erasmus için başvurmayışın da var, annene babana yaptıkların ve onların sana yaptıkları da var, okuduğun ve okumadığın kitaplarla izlediğin ve izlemediğin filmler de var filan filan. aşağına bakıyorsun olmuyor, yukarına bakıyorsun hiç olmuyor, muadillerin de kurtarmıyor. kendi içinde bir kıyasa gidiyorsun hiç çıkılmıyor içinden bilmem ne. iş bulup para kazanıp başka şehirlerde yaşayınca filan mutlu olacak mısın? sevgilini terk etsen ya da evlensen ne değişecek? annen baban hayatında artık olmasa ne halt edeceksin? yeniden üniversiteye gitsen eee? böyle böyle sorular canım kardeşim. böyle böyle sorular. işte git çay demle diyesinin geldiği anlar bunlar. anlatabildim mi?
efendime söyleyeyim, bir metin arolat vardı noldu?

18.3.12

Lars von Trier

O kadar sardım ki artık filmlerini filan kenara bırakıp bizzat adamı kafaya taktım.
Psikolog olmamdan mütevellit, adamın filmlerindeki ortak temalara bakarak çocukluğuna inmek istedim. Be kardeşim, insan her filminde mi -yani en azından benim izlediğim, Dancer in the Dark, Melancholia, Europa ve Dogville için konuşacak olur isem- insanlara duyduğu güvensizlikten bahseder. Mütemadiyen karakterlerimizin başına özellikle en yakınları tarafından bela açılıyor. Çoğu da kasıtlı. Gerek Dancer in the Dark'ta Selma'nın her sırrını açtığı kapı komşusu tarafından çocuğunun ameliyat parasının çalınması -hem de bin bir emekle kör haliyle biriktirilen bir paradan söz ediyoruz-, gerek Melancholia'daki bilimum ilişkiler, efendime söyleyeyim Europa'daki Kessler'in en büyük kazığı karısından yiyişi ve trajik ölümü son olarak da Dogville'de güzelim Grace'in "Herkes neyse ama insanın sevgilisi de bunu yapar mı?" dedirtecek cinsten hikayesi. Sevgili Trier, annen ile bebekken aranda kuramadığın bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ne yapayım elimde değil...
Bir de opera ile haşır neşir bir insan olduğu aşikar. Çünkü soundtracklere bakınca karşıma Wagner filan çıktı.
Bu adamı izliyorum.
Bir de not, Kieslowski'nin La Double vie de Veronique filminde bayıldığım ve Weronika'nın öldüğü sahnedeki müzik İlahi Komedya için yapılan opera bestesindenmiş, opera demişken. Elzbieta Towarnicka seslendirmiş. Bayan Towarnicka müthiş bir soprano imiş. İmiş diyorum, çünkü soprano ile mezzosopranoyu ayırt bile edemem. Ama saatlerce dinlenesi.
http://www.towarnicka.com/
Öyleyken böyle.

14.3.12

her ne gösterilecekse sen gösterme

Fransızlar ölüme mort diyor. Bizde çok kaba tabiriyle mortuyu çekti deniyor ölene ki bu kişi genelde moruk oluyor.
Şimdi çok alakasız bir şekilde Kieslowski (bu ismi doğru yazabiliyor olmama şaşırıyorum. tekrar tekrar kontrol ediyorum sahiden doğru mu yahu diye.) filmi olan La Double Vie de Veronique'e geçiş yapacağım.
Bakma cânım okur, ben de Fransızca bildiğimden değil. Şarkının sözlerini alt yazısından çıkaramıyorum yani ama en iyi ses sanki bu videodaydı. Her neyse.
Film bir aşk filmi bir seks filmi bir caz filmi bir müzikal bir şu bir bu diye bir ile başlayan bir kategoriye koyamıyorum. Sadece imdb'de "onu seven bunu da sevdi" kategorisi altında çıkan diğer Kieslowski filmlerinden başla şuna rastladım:
Filmi izlemediğim bir gerçek ama gerek bu kısa tanıtım filminden gördüğüm sahneler gerek fonda çalan indie tarzı müzikle filmden beklentim az çok belirlenmiş oldu. Naif, sıcak, samimi, dostluk dolu filan filan bir aşk filmi. Ama La Double Vie de Veronique ile ne yazık ki bir ilgisini bulamadım. Ayrı dünyaların filmleri yani. Konu belki benzerdir -işte yüzeysel bir bakışla müzisyen var, aşk var, güzel besteler var vs.- ancak anlatım bakımından kıyaslanamaz olduğunu düşündüm. Tekrar da söylüyorum Once'ı izlemedim, bir ara onu da izlerim, çok muhtemel de severim. İrlanda yapımı imiş zaten. Hollywood elinden çıksaydı da şuna dönerdi muhtemelen:
Kanımca bir filmi kimin yaptığının farkı burda ortaya çıkıyor. İçeriği benzer yüzlerce kitap var işte mesela. Emily Bronte'nin yazdığı aşk başkaaaa, onunla aynı yıl başka bi kıtada doğan Turgenyev'inki başka. Gibi gibi...
Edebiyatı bir kenara bırakırsak, Music & Lyrics filmini hemen hemen duymayan kalmamıştır. Once konusunda  çok fikrim yok ama onun o kadar da popüler olduğunu düşünmüyorum. La Double Vie de Veronique çeşitli çevreler ve sinema meraklıları dışında kaç kişinin ilgisini çeker, çekse de bunların kaçı keyifle izler  başka başka  konular. Lakin şu var, büyük bütçeli, dağıtım ağı sağlam, kolay tüketilen filmler ciddi bir hasılatla evine dönerken, bütçe daraldıkça, dağıtım zorlaştıkça, filmi tüketmek belli başlı izleyici yetilerine bağlandıkça otomatik olarak hasılat da düşüyor. E çok normal diyeceksiniz. Evet doğru çok normal, La Double Vie de Veronique 2 milyon dolar, Once 9,5 milyon dolar ve Music and Lyrics daha girdiği ilk haftadan 50 milyon dolar kazandırmış. (Bu arada diğer iki filmin toplam hasılatı o yazdığı kadar, ilk haftası değil)
Rakamları bir kenara bırakalım da asıl sıkıntıya gelelim. "Haydi sinemaya gidelim." dediğimiz bir günde gidilecek salonlar belli başlıdır. İzmir için Forum'dur, Pier'dir (Pier dediğime bakma Cinebonus sineması), Agora'dır dır dır dır. Buralarda da bizi müthiş ağlatan, eski sevgililerimizle yaşadıklarımızı anımsatan, belden aşağı "komedi" ögeleri içeren yahut vatani duygularımıza hitap eden Türk yapımı filmler ile Hollywood menşeli olanlar bizi bekler. Araya kader bu ya bir iki tane farklı film ayda yılda bir çıkabilir, belki. Sonra önceden film seçilmedi ise bir film seçme telaşı başlar. Bazen 7-8 bazen 4-5 filmden birinin seansını da uyduracak şekilde seçeriz. Keyfe  keder "popcorn"larımızı da arkadaşlarımızı aldığımız gibi yanımıza alır, en az 30 dakika süren TV'dekinin on katı uzunluktaki reklamları izlemeye başlarız. Film başlamadan popcorn biter, zaten pop olan her şey çabuk bitiyor, neyse. Film arasından sonra bir reklam kuşağı daha. 3 saatin 1 saatini reklama, 15 dakikasını araya 5 dakikasını ıvır zıvıra verdikten sonra çıkar gideriz.
Filmi seçen kim diye sorarak başlamak istiyorum. Gerçekten dünya üstünde o aralar 8 -hadi 10 tane diyelim- film mi yapıldı? Yoksa sizin izlemenizin uygun görüldüğü filmlerin toplam sayısı anca bu mu?
"Ben bunu giyeceğim bana ne!" diye inat dönemindeki ağlayan çocuğu kandırmak için annelere şunu öneririz: "Sen 4 tane kazak koy önüne, o da kendi seçiyormuş gibi dördünden birini giymeye ikna olacaktır. Çocuğun önüne bütün gardırobu koyarsan kış günü askılı kollu da giyer, parmak arası terlik de!" Bu analojiden de anlaşıldığı gibi 4 yaşındaki çocuktan farkımızın kalmadığını belirtmeye gerek var mı? Yok.
Aldığımız popcornların da fahiş fiyata olduğundan tut da kasten bol tuzlu yapılarak 2 katı fiyatına satılan sulara dadanmamızı sağlamaları ticaretin emri.
Reklamların bitip tükenmezliği ve sinir bozuculuğu herkesin yakındığı lakin çıkınca unuttuğu bir mevzu. İşte sinema salonları öyle büyülü ki sandalye üstünde Kieslowski izlemeye benzemez.
Ayın cânım sinema severler. Alternatif mekanlar arayın sizlere daha iyi filmleri daha ucuza hatta bedavaya gösteren yerler var ülkemizde. Reklam yok, popcorn yok. Bazen kahve var.
http://web.deu.edu.tr/desem/n_guncelfilmler.php
http://ebrukepsutlu.blogspot.com/
http://www.izmirsanat.org.tr/sinema.asp
http://ellinciyilkoskufilmleri.blogspot.com/
bir de yazları havagazı fabrikası, yeniden sinematek gösterimleri var.
Benim bildiğim, İzmir'de olan...
İyi seyirler.

12.3.12

europa

bu aralar lars von trier izleme merakı içinde olduğumdan melancholia'dan sonra europa'ya geçiş yaptım.
esasında lars von treier ile tanışmam dancer in the dark ile olmuş. olmuş diyorum çünkü filmi yapanın yönetmen olduğu bilincini çok geç edindim. -büyük utanç- björk ile tanışma anım da aynı filmle olmuştu. o da çok geç gerçekleşmişti. o da ayrıca yazıktır.
her neyse, ekşisözlük, pek çok blog, wikipedia yahut imdb'den bulabileceğiniz ıvır zıvırları buraya yazmanın manası yok diye düşündüğümden işin o kısmını geçiyorum.
burdan gerisi de spoiler dediğimiz cinsten olacak. önce filmi izleyeyim diyenlere şu noktada veda edelim. izleyince bekleriz.
velhasıl, film hipnotik bir açılışla seyirciye merhaba diyor. sonra tüm film boyunca bu etkiyi üstünde hissettiriyor. "you're going deeper and deeper." o kadar derine gidiyoruz ki hakikaten hiç ummadığımız anılar çıkıveriyor bilinçdışımızdan. filmde süregiden kasvet havası ve ara sıra bizi sarsan kitschler mevcut. öyle ki bazen sırf biz değil oyuncular bile bakamıyor vaziyete. ayrıca tam da can alıcı yerlerdeki renklendirmeler durumu hayli destekliyor.
bir de izlerken nedense hep hitler'in intiharına kadar olan almanya'yı gördüğümüzü düşündüm. öyle ki aklıma bile gelmemişti sonra noldu peki almanya'ya diye soruvermek. izlediğim ilk savaş sonrası almanya filmi oldu özetle.
idealizm yanlısı, hümanist amerikalı baş karakterimizin kendini, eski vahşi yeni zavallı alman halkına şefkat göstermek üzere heba etmesinin hikayesi içler acısı. sanırım katherina olayı güzel özetliyordu, "hangi insanlar için? burda hepimiz savaştan çıkıtık, herkes kendi hayatını kurtarmak için birbirini öldürdü." zaten çocukların bile suikastçi olduğu bir durum söz konusu. açıkçası bu adamı anlayamadığım bir gerçek, zaten kimse anlayamıyor film boyu. ahlak yasalarının en üst düzeyinde, evrensel ahlaka ulaşabilmiş naif bir delikanlı mı? artık abd kafamızda öyle bir yerde ki ordan böyle adam çıkabileceği inancında olmadığımdan doğan önyargı mıdır nedir, böyle bir insan olamaz diyorum filmi izlerken. diğer yandan adam yarı alman, yani soykırım yapmış bir milletin çocuğu-yani henüz yapmış. nereden tutarsan tut olmuyor. bu iyi niyet nereden geliyor diyor insan? bakarsan ikinci dünya savaşının en eli kanlı iki ülkesinden bahsediyoruz. belki de hata bizde, karşılıksız şefkatin varlığını unutmuşuz. lakin sayın kessler, annesi misin almanya'nın?
kessler'in ölümü de ayrı trajedi, ölmeden önce eline aldığı taramalı tüfek de. kurtarmak istediği insanları vurmak üzereyken sulara gömülen trende onu son gören adam bile kurtarmıyor. iş işten geçtikten sonra açılan kapının da çok manası kalmıyor. zaten hep iş işten geçtikten sonra olanlar daha bir hüzünlüdür.
bir yandan kenan ışık'ın açık olduğu bu geceden kafamı çok da toplayamayarak yazacaklarım böyle.
filmi izledikten sonra aklıma gelen ilk şey, güzel bir yaz günü deniz kenarı gazinosunda yusuf'la bira içip pide yediğimiz gün oldu. çoktan unuttuğum bir anıydı. filmin hipnozu işe yaramış olmalı dedim.
"şimdi ondan geriye sayacağım ve bittiğinde ölmüş olacaksın." içimizi kıyan, nefesimizi daraltan an da bu andı herhalde....

10.3.12

can gox

Dün-lük sahibesi güzel insanın da geçenlerde paylaştığı Can Gox'tan Haydar Haydar meselesi var. Önce nedense Hayko Cepkin söylüyor zannettim. Sonra Dilek yazınca anladım ki Can Gox imiş. Böyle olunca Can Gox'un hayatımızdaki yeri ve önemi diye ayrı bir başlık oluştu. Ama açıklasan açıklanmaz öyle bir şey. Neyse.
Şimdi daha yazacaktım amma kaynadı gitti. İş güç hayat.

8.3.12

I myself hate marriages

canım mı sıkılıyor, ne oluyor, nedir? yazmıyor muyum yazamıyor muyum hangisi doğru? iyi de yahu problem nedir, desen sen mesela, ne cevap vereyim ki?
yıl-lar-dır sürüp giden aynı muhabbetler. gidip de derse girmedim, hep sorun çıkıyor hal böyle olunca -peki ya o  a'nın üstünde şapkası n'olacaktı?- abuk sabuk hayata bile dair olmayan bir takım  zırvalarla beyin yoruyorlar. ha bu arada, söylemiş miydim, ben üstün zekalıyım?. -bak yine a ve şapkası, gördün mü?-
sen şimdi diyeceksin, sevgili insan, nedir bu saçmalıklar? bazen öyle haller var!... ki, insanın her şeyi bırakıp baştan, yok başını geçtik çoktan, ortadan başlayası geliyor. insan ömründeki en stabil ve normal = güvenli -kısmen- şeyden  bile vazgeçer. nasıl anlatayım?
ben aslında seni özler ve severim. ama bazen abartılı benzetmeler ve kurulabilecek hayli uzun cümleler bile yok. o zaman ne için gideyim ben?
o, oturup da dünyanın en trajik mevzuunu -kaç u olmalıydı şimdi bu kelimede?- öyle sıradan bir cümle ile bağlar ki, ne diyeceksin yani? hayır zaten umrunda mısın, o da ayrı konu. yıllar geçecek ve diyeceksin yine: "ne saçmalık!"
kimsenin virgina woolf'luk oynama, haşa, ne haddi var?! -yine a, yine a- ama bazen de olmuyor. bak  bu şarkı çok güzel: misread - kings of convienience ama insan bir gün oturmayı reddettiği koltuklarda bulabilir kendini. belki öyle belki böyle.
olası bipolarsam elden ne gelir? bir meslektaşa gidip bir kaç tanı satın alsam, eee? elektroşok hâlâ -bu kez kesin şapkalı!- varmış. korkarım. zaten severiz hasta olmayı. çok marjinal çünkü.
iyi de, sene bilmem kaça dönmek mümkün bile olsa, ben emin değilim işte bu sonuçtan memnun muyum neyim. oldukça hoş adamlarla tanıştım da, evlilik neyin nesi? al bu da nokta:
hadi eyvallah.

4.3.12

melancholia

(...)çünkü akşam evine gittiğinde artık o kahveyi içemezdin. ama foucault işte al oku. itiraz etmez.
bu arada ben bu filmi çok sevdim. belki persona'dan sonra en çok bunu sevdim. belki öyle çok çok ilginç sevilecek bilmem ne bi film olmayabilir ama çok sevdim. desem'de film değişmeden tekrar gidip izleyebilirim bile.
zaten lars von trier ne çeşit bir adamdır onu da bilmiyorum. danimarkalı ve bergman'dan da etkilenmiş. bütün diyeceğim bu. ama bunu wikipedia'ya baksan sen de bilirdin. asıl konu melankolinin zaten bu kadar anlatılabileceği. evliliğin zaten bu kadar anlatılabileceği. insanın içi dışına çıksa en iyi çıkacak sonucun bu kadar olabileceği.
bir de kirsten dunst'ı scarlett johansson'a benzetme hikayesi var. o apayrı.
(...)
ertesi gün gelen edit: meğer dancer in the dark da trier'inmiş.