23.12.09

Pagan Poetry

I love him, I love him, I love him, I love him, I love him, I love him... şarkı içinde kaç kere bu cümleyi kuruyor bu kadın? Ağır anlamları olan ve neşeli gibi gözüken bir Björk şarkısı daha işte.
Josef Breuer'in adı geçti makalede, sabah sabah, durduk yere geçiverdi. Öğleden sonra da fizyoloji: kopulasyon. İnsanlar en çok yüz yüze (biri misyoner demişti adına)... neyse.
Sabahları kalkıp gördüğüm rüyayı anımsamaya çalışıyorum. Sonra da bir anlam vermeye... Derken giyiniyorum. Mevsim kış, üşüyorum. Bu yüzden uzun zaman alıyor bu giyinme işi. Dini bir tören sanki. Yaşama devam etmek için mideme bir şeyler girmesini sağlıyorum sonra. Kahvaltılardan hiç hazzetmedim. Okul sonra. Eğer erken çıktımsa ayaklarım beni hep başka yerlere götürüyor. Böylece bu evi aydınlık göremiyorum. Biraz TV, biraz ders, biraz net... Saat geç olmuş ve ömrümün prensi: uyku! En az kusmak kadar severim uykuyu.
Kızlar babalarına benzeyen erkekleri eş olarak seçerlermiş. Sanırım bu kızlar, babalarını sıklıkla görebilen kızlar. Yoksa baba figürünün yerini başka adamlar alabiliyor. Bir erkeği vazgeçilmez kılan, kızın ilk 5 yılında vaktini geçirdiği adamlara ne denli benzediğidir. Doğrusu bu gibi.
Bugün çocukluk fotoğraflarıma bakıyorum. En küçük arkadaşım -ilk 5 yılımda- benden 20 yaş kadar büyük. Annemin anlattığı kadarı ile o zamanlar "aşık olduğum" bir adam var:
Ben ekmeğin kuyruğunu ve kıtır kıtır olan kısımlarını çok severdim. O kısımlar bana ayrılırdı. Ne kadar önemli olduğu aşikar bir çocuk için. Kimle paylaşabilir bunları? Ben iddaya göre aşık olduğum adama saklarmışım:
-Kızım ne olacak o ekmekler? Neden yeleğinin içine doldurdun onları?
-Erdal'a anne, Erdal'a.
(gülüşmeler)
Erdal -bugün fotoğrafta baktım da- 1,80-1,90 boylarında, siyah saçlı, yapılı vücutlu, gözlüklü, ufak kulaklı,  üstü köşeli ufak burunlu, tırnakları sanki etle aynı hizada gibi bombeli ve kalın duran bir adam. Makina ve elektrikle ilgili bir bölümü vardı. Bu adam, evlendiğinde ben kendimi aldatılmış kabul edip uzun süre küsmüştüm. Eşi Nilüfer, bana bebek yapmıştı aramız düzelsin diye. Bezden bir bebek. Yıllar sonra ben, konu Erdal'dan açıldığında, eşinden boşandığını idda eder olmuştum, annemse öyle bir şey anımsamadığını, yanlışım olabileceğini söyledi durdu.
Çocukluğumda avutulmam için bırakıldığım diğer bir adamsa, Yusuf. Yusuf'la ilgili pek bir şey anımsamıyorum bana daktilo getirdiğinden başka. Bu yaz ilk eşinden boşandığı, ikinciyle evlendiği, ondan bir kızı olduğunu öğrendik tesadüfen, hatta ziyaretine gittik. Ben çocukken, Yusuf'un Hatice ile sevgili ya da öyle bir şeyler olduğunu biliyorum. Anladığım kadarı ile ayrılmalı barışmalı, sancılı bir ilişkiydi ve hayır, Yusuf'un ilk eşi bu kadın değildi. Yusuf evlenene dek de bu kadın kimseyle evlenmedi. Yusuf boşandığındaysa artık Hatice evliydi. Şimdilerde bildiğim kadarı ile görüşmüyorlar ama gördüğüm kadarıyla Yusuf Hatice'ye göre fena halde yorgun. Hatice bana bakanlardan bir diğeridir. İlk ergenlik dönemimde de bana annelik yapmaya devam etmiştir.
Bir de babamla annem var elbet. Babam edebiyat öğretmeni, annem de. Babam inatçı, annem de. Annem evlenmeyi hiç düşünmemiş, babam insanların sevgili ve eş olabileceklerine ikna etmiş annemi, ince ince dokuyarak. Babam yaş pasta sevmez, iyi tavla oynar, çok kızmaz ama kızınca da tam kızar-fakat bağırarak döverek değil, kendince-, sözü dinlenir, sakindir.
Benim bir sevgilim vardı. 1,80-1,90 boylarında, siyah saçlı, yapılı vücutlu, gözlüklü, ufak kulaklı, üstü köşeli ufak burunlu, tırnakları sanki etle aynı hizada gibi bombeli ve kalın duran bir adamdı. Makina ve elektrikle ilgili bir bölümü vardı. Beni, insanların sevgili ve eş olabileceklerine ikna etmişti, ince ince dokuyarak. Yıllar sonra bir başka kadını sevdi. Ben kendimi aldatılmış kabul edip uzun süre küsmüştüm. Ayrılmalı barışmalı, sancılı bir ilişkiydi. Yaş pasta sevmez, iyi tavla oynar, çok kızmaz ama kızınca da tam kızar-fakat bağırarak döverek değil, kendince-, sözü dinlenir, sakin bir adamdı. Adı, Yusuf'tu.

19.12.09

http://kirildim.com/

http://kirildim.com/
bu sitede nil karaibrahimgil'in kırık adlı şarkısı, bu şarkının klibi ve insanların en son neye kırıldıklarını yazdıkları bir dizi not var. çok kere söyledim ya, yine söyleyeyim, nil'in kırık şarkısı gerçekten insanların kırıklarını sızlatabiliyor. gerçi ben kirik.com beklerdim, kirildim.com biraz küstüm şarkısını anımsattı, neden bilmem. bir de çok komik notlar da var ama tek cümlede dokunanları da gördüm.
her neyse.
bir şarkı daha var, creep, radiohead'den mi bilirsiniz, muse'den mi, belki de korn'dan veyahut pearl jam bile olabilir. birden fazla anısı olan şarkı. benim için kırık kadar kırıcı diyelim. şu anda tüm bu hatıraları yarı kurgu yarı gerçek anlatabileceğimi sanmıyorum. derin depresyonda olduğum bir ara belki. ama şu kadarını söyleyebilirim, bu şarkı yıllardır peşimi bırakmadı ve sürekli garip tesadüflere delalet etmekte. ayın 14'ünde yine aynı şey olmuş. şaşırtmaktan bıkmadı. hatta benim için creep ya, bir arkadaşım için limon çiçekleri benzer durumlar yaşatıyor. bir bende yok, eminim herkesin böyle şarkıları vardır. (yahu falcı 14'ünde bir şey olacak demişti, bak şimdi geliyor aklıma!)
bu aralar en çok ilgilendiğim 3 şey var:
-yarışma programları izlemek (önce mehmet ali erbil var, şu 100 kişiye sorduk'lu olan, ardından evrim'le uzman avı var -o kız da salak filan değil bu arada-, sonra da kelime oyunu başlıyor, biri bitiyor öbürü başlıyor sonra da akşamın bir vakti oluyor, gün bitiyor vs.)
-okumak (intihar üstüne mesela, çünkü sunum konum, bir de gradiva üstüne. psikoanalize meraklı olanlar gradiva'yı okumalılar derim. freud bu kitap üstüne makale yazmış-hatta bu ara o makale ile haşır neşirim-)
-çocuklar (TEGV'dekiler var, yetmez gibi projedekiler var. herhalde haftada yüz çocukla bire bir muatap oluyorumdur.)
bu üç şey bana çok şey öğretiyor. örneğin tentürdiyot içerek intihar ediyormuş insanlar. hatta türkiye'deki kadınlarda bir ara çok modaymış bu yol. aklımın ucundan geçmezdi tentürdiyotla intihar etmek. antidepresan, alkol, bilek kesmek filan tamam da, bu gerçekten ilginç geldi. meğer ulaşması en kolay zehir tentürdiyot imiş. antidepresan ve alkol sahibi olmak o kadar kolay olmuyor, bilek kesmekse hiç basit değil ki zaten kurtarılma ihtimali çok yüksek. ama şu var: kadınlar erkeklere oranla daha göstermelik intihar ediyorlar. işin özünde ölme arzusu yok pek, daha çok birilerine mesaj iletmek amaç. tentürdiyot burda da devreye giriyor: dozunu ayarlamak kolay! yani hastaneye kaldırılacak kadar içip bırakabilirsin. de hiç iç açıcı değil bu konu tabi.
gradiva'yı ise başka bir yazıda ele almak üzere kenara bırakıyorum. freud'un bu öykü üstüne yazdıklarını henüz bitirmedim çünkü.
mehmet ali erbil, gradiva ve intihar birleşiminde gördüğüm rüyalar da epey ilginçti: adamın biri elinde idam bağı atılmış iple mehmet ali erbil'i kovalıyordu, ben de arkalarından koşup "yapmayın yapmayın programı kim sunacak?" diye bağırıyordum. epey gülünç geldi uyandığımda.
çocuklarsa çocuk doğurmak istememe arzumu şiddetlendiriyor. iyi bir çocuk dünyaya getirsecek olsam bile çevresindekiler o kadar iyi olmayacak. ki değil. bir tane sınıf görmedim ki diğerlerini sürekli gasp eden çocuk olmasın. hele de orta okul çağındakiler sanki orta çağı insan hayatının. ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir türlü güzel olamayan kızlar, sataşıp duran erkekler... o yaşlardaki halimi hatırlıyorum da, gerçekten rezaletti. hafif toplucaydım, eteğim de uzuncaydı, saçma sapan çoraplarlarla daha saçma pantolonları eşleştirirdim. önden birkaç tel saçı çıkarıp gerisini at kuyruğu yapmaksa modaydı. bu kadar tiksinç bir görüntüye sahip olma çabası nerden gelir? ve erkekler, evet penisiniz başka işlevleri daha var. bunu keşfettiğiniz için kızlara eziyet mi etmelisiniz? sonra da dönüp "ama onlar da lisede bizi çok kırdılar sonra, intikam aldılar, bir bakış baktıklar, umut verdiler, ikinciyi bakmadılar." demeyin. hoş, şu anda üniversitedeyiz de n'oluyor ki zaten. kız-erkek ilişkileri adil, dürüst, yeni bir platforma mı taşındı sanki? yooo. ah o elma olmasaydı!

biterken çalan: muhtelif creep'lerden herhangi biri uygundur

edit: bu haftaki ersin karabulut'un sandıkiçi'si beni fena halde dağıtmıştır. başka dağılan oldu mu diye merak etmekteyim.
hala çalan: creep

14.12.09

onun senle bir alakası yok. senin onla var. senin benle bir alakan yok. benim senle var.
sagopa mı!? ne alakası var_?
hayır hayır, hata var! kesinlikle bir hata var!
vazgeçebilirim hayellerden, mide bulantısı var.
yeteneksizim türkiye! yapacak bir şey yok. veya var?
limonsözlük de grange da bal da ilişkisi yok olunca sevinen insanlar da arzu ettikleri yerlere girebilirler, ya da girmezler. evet bu da var.
hiçbir şey değil, sahiden tiksinilesi bir yapım var.

DEFOL! DEFOL! Terk edin odamı! Hepiniz defolun! Hepinizden nefret ediyorum! En çok da senden!!!

Artık ülser bize yakın akrabağ.
(Akrabağ yazarken Demet Akbağ'ı çağırıştırması garip mi, sıradan mı sahi?)

Yarabandı olarak dünyaya gelmek de böyle bir şey işte. 3 rol var: yara, yaralayan, yarabandı. ben işin yarabandı kısmıyım. yakın ilişkide olduklarım yara pozisyonunda, diğerleri de yaralayan oluyor. her yarabandı iş bitince-yani iyileştirme ve koruma görevini tamamlayınca- sökülüp atılır, bu birinci kural, her yarabandı sökülürken geçici bir acı ve iz bırakır, bu da ikinci kural. fakat geçici! bunun altını çizerim. hatta çizdim: geçici (altı çizilmiyormuş, üstünü çizdim). sonra artık yara sıfatlarını yitirmiş bu arkadaşlar yaralayıcılara bir şekilde geri döner, zira adrenalin kaçınılmaz ve çekici olandır. zaten her daim yara olmalıdırlar. ama aynı yarabandına bi yere kadar dönülebilir. eninde sonunda artık yapışmaz, iyleştirmez, iflah olmaz hale gelir yarabantları. ben geldim. hayırlı olsun.
pardon ama anlamadım ben, millete ne? bu coşku bu heyecan nereden geliyor?
her şeyi anlamak zorunda olmadığımız gerçeğine geri dönelim hadi.
serbest bir ilişki içindeyim, takılmaca oynuyoruz, buyurun efendim, hepinizi bekleriz.

13.12.09

Bizim evin salonunu bilirsin. Hava kararmaya yüz tuttuğundan beri camın önünde oturuyorum. Forum ve Ikea manzaralı, yollar ve tabii ki insanlar gelip geçiyor. Ben bu insanlara para versem bu ritimde evimin önünden geçip ışık oyunları yapmazlar. Bazen güzellikleri yaratmak değil de fark etmek daha önemli galiba.


Damien Rice dinleyip manzaraya bakınca insanın aklına çok şey geliyor. Kavak Yelleri bile geldi… Malum bizim Ege Üniversitesi’nin tıp fakültesinde çekiliyor ve benim camımdan o da gözüküyor. Konak meydanına gitmenin ne denli zaman aldığını biliyoruz ve kız kampusten bir çıkıyor hop meydana varıyor filan. Nasıl oluyor böyle şeyler? Biz de istesek yaparlar mı? vs.

Hava iyice kararıyor. Birazdan sadece ışıklar kalacak geriye, ve ben dikkatli bakmadıkça insanları göremez olacağım. Sanırım görmek için de kendimi yormayacağım. Yolunu beklediğim kimse yok nasılsa. O günler çok geride kaldı.

Sen bana bir sebepten kızdın gibi geldi, anlamadım nedenini. Başka yerden çıkardın sonra gibi geldi hatta. Garip çıkışların vardı, anlamsızca söndü. Ama bak, yılbaşına az kaldı ve ben ne yapacağımı bilemiyorum. Son üç yıldır öyle veya böyle var oluşunun sonuna geldik. Özür bile dilemene gerek yok, her şeyi affettim. Benden beklenmeyecek bir performans. Ama gerçekten vazgeçtim. Seni, Özgür’ü, Deniz’i, kendimi, annemi, babamı… hepimizi bağışladım. Uzatmıyorum.

Hayallerimde şöyle bir sahne var; üşengeççe giyilmiş bir kıyafet, hafif bir makyaj, elimde bir bardak sıcak çikolata. Seni etkilemek için uğraşılmamış kıyafetlerle yani. Karşımda oturuyorsun. Sadece güleceğimiz şeylerden bahsediyoruz. Kimseyi kırmadan, üzmeden. Birimizin sevgilisi gelse, bizi kardeş sanır. Ben ellerimi sıcak çikolatanın bardağına yapıştırıp ısıtıyorum. Artık beni ısıtmak montların, çayların filan görevi ve herkes benimsemiş bu durumu, kimse alınmıyor, üzülmüyor, hüzünlenmiyor, kızmıyor, öyle ki farkında bile değil, sanki kıyaslanabilecek bir eski hiç olmamış. Sanırım Moonlight’ın alt katında oluyor bütün bunlar. En yumuşak ışık o cafede var çünkü. İçeride oturuyoruz. Sigara içmiyorum, içme gereği duymuyorum. Karşılıklı tükenmeyi gerektirecek sıkıntı yok ortada, bu sembole ihtiyaç duymuyorum. Sesin de yumuşacık, benimki de öyle. Yaz günü bile soğutmayı başardıktan sonra ağzına götürdüğün sonra içmekten vazgeçtiğin çay gibi değiliz hiç. Veya benim sırf kendimi yakmak için gelir gelmez elime aldığım çay gibi zarar verici de değil. Ilık ve şefkatli. On dakika, bir saat, beş saat? Fark etmiyor. Ben tek bir sahneden bile memnun kalabilirim.

Özlediğim şeyler var. Herkes gibi. Belki çocukluğumun yaz mevsimleri balkonda evcilik oynadığımız, belki ortaokulda büyümeye başladığımı fark ettiğim zamanlar, belki de yanağıma dokunan bir adam “Seni seviyorum.” diyerek. Azize’yi ve Pınar’ı, annemi ve babamı, seni ve ablanı, Merve’yi ve Umut’u, Özgür’ü ve Umutcan’ı, Kordon’u ve Onur’u, bol şekerli kahveyi ve Pelin’i, Burçin’i ve eski mahalleyi, Erdoğan Hoca’yı ve Vildan Hoca’yı… Özleyecek o kadar çok şey var ki… Bir süre sonra bugüne dair şeyler de özlenecekler listesine dahil olacak ve sonunda tüm diğer yaşlılar gibi zamanla satın alınmış anılarımız dolacak ceplerimize. Darülacezedeki Leyla Hanım gibi olurum ben herhalde. Ya da 50’ine geldiğinde intihar etmekte hala kararlıysan senle gelebilirim.

Şurası bir gerçek ki: I can’t take my mind off of you/ Till I find somebody. Ama bu sefer birini bulsam da durum pek değişmeyecek gibi geliyor. Belki sen kendine başkasını bulursan… Hala her konuda garip bir sadakat duygusu ve bu sadakatten doğan bir iç huzuru yaşıyorum. İnsanlar geliyor, insanlar duruyor ve insanlar gidiyor. Sanki otobüs durağıyım. Ne yaparlarsa yapsınlar öylece durup duruyorum. Metalden, kaskatı ve soğuk. Çok şey değişti. Senin koskocaman inançların var, bense onlarla uğraşmayacağım bile. Zaten sen de uğraştırmayacaksın. Yine de böylesi de güzel işte.

Bazen fotoğraf karelerine girip o anı izleyesim geliyor.

Bana yeniden köfte patates kızartman için nasıl bir şey feda etmem lazım? Ya da nasıl bir hafıza kaybı yaşamalıyım ki artık bitmeli?

biterken çalan: cold water - damien rice
ancak şu da güzeldir oldukça: the blower's daughter - damien rice

7.12.09

çok noktalı yazı





bazen bittiğini görmek gerekir. oturur bakarsın, ve bitmiştir. nokta.
ama kimi şeylere hep üç nokta konur. defalarca "bu kez nokta, tamam." denir ama süreç içinde nerden geldiğine kimsenin emin olamadığı iki nokta daha çıkar ortaya.
nikotin ihtiyacı tavan yaptığında, boş sigara kutusundaki tütün artıklarına bakıp kısa bir an sigara yaratmayı düşünmek gibi. ya da su, şişenin dibinde hep bir damla daha kaldığı inancıyla uğraşılabilir kafa geriye atılıp.
(benim birinde yarım şişe suyum kalmıştı, n'oldu acaba?)
kimilerinin üç noktaları bitmez. çünkü karşıdan nokta gelmelidir.
anneler "arkadaşın bize gelsin, sonra sen gidersin." derler ya. herkes karşı tarafın gelmesini beklerse kimsenin kimseye gidemeyeceği gerçiğini yadsıyarak, işte öyle.
bizim o kadar çok noktamız var ki, adeta saçıyoruz. ki belirsizlikten hoşlanan insanlar da değilizdir sözde.
velhasıl, bazen bittiğini görmek gerekir. oturur bakarsın, ve bitmiştir. nokta.


3.12.09

buz kesmiş iki ırmak/kavuşamaz birbirine

bazı şeyleri çok geç idrak ediyorum. o kadar geç oluyor ki anlaşılmış olması bir şeyi değiştirmiyor artık. güvenilmek istemiş uğraşmıştı, susmuştum. her sevişmeden sonra aynı zırvaya dönmüş çok korkmuştum, başa dönmek istemiyordu, bugün anlıyorum. o kadar baskı altında anlayamadığım şeylerdi bunlar. kimse kötü değildi, iyi de değildi. kimse haksız değildi, haklı da değildi. hala değil. bütün bu sorunları ne çözer? yaşanılanları yaşarken fark etmek bir çözüm olabilir belki ama onu da nedense yapamıyorum. önemsiz olanlara takılıp önemli olanları göremiyorum. ancak iş işten geçtikten sonra.
şu kabusunu da yorumlayayım. birilerini öldürmen görevi verilmiş. bilmem kimlerdi ama ölmesini arzuladığın kimselerdi. ablanla birlikte olmaya zorlanman ablanın yerinde kim duruyorsa ona işaretti muhtemelen. artık birlikte olmaktan hazzalmadığın bir kadın. yok yok uydurdum. anlamam mümkün değil bu işlerden.
 bak, yağmur yağıyor. bu saatte sanki gece. severdim böyle havaları, hala severim. hüzünlü olurlar. bir kez demiştim sana, böyle bir havada, denize nazır bir evde -camları da kocaman olsun bu evin- şöminemizi yakıp sıcak çikolatalarımızı içerken manzarının seyrine dalalım. bir kedi de ateşin yanında mırıldasın. polar battaniyemizin altında hem üşüyelim hem ısınalım. o hissi paylşmaktan büyük zevk alırdım. seviyorsun ya sen de, bilmem hala sever misin?
sigara içmek istiyorum.
Moscovici hepimizi korusun!

bu şarkı ne de güzel: yeni türkü - uzak bir gölge

2.12.09

soracakların bitti, cevaplarını aldın mı? almışsın belli. iyi herhangi bir şey dilemeksizin hırçınca gelip hırçınca sustuğuna göre öyle olmalı. "uydurmak", "saçma sapan", "lafını yapmak". sen sanırım bekliyorsun ki kırıp dökeyim, laf sokayım, kızayım, kötü olsun niyetim. öyle bildin çünkü. ben sadece gülümseyip geçiyorum oysaki. kırık, üzgün, senin böyle olduğunu kabul etmiş bir şekilde gülümsüyorum sadece. ama sırf sen değilsin. üstü kapalı hakaretler de yiyorum, fena halde dalga geçenler de, aşağlayanlar da oluyor. onlara da gülümsüyorum. ileride içime de oturmayacaklar. peri'nin değimi ile casper olacağım. üstelik hangi sebeple böyle davrandığınız da umrumda değil. parçalayın, bölün, yerin dibine sokun, hatta öldürün. daha ne yapabilirsiniz ki? daha kaça ayrılabilir bir insan? daha ne kadar derine iner bu laflar? ölümden öte köy mü var? öyle veya böyle yaşıyorum işte. yaşamaktan haz duymadığımı bilirsin zaten.
sana demedim git filan, kendin gittin. tutamam. dilediğin sıfatla dönebilirsin, ama döneceğini sanmam. insan sevmediği yerlerde gezmez. yani ben elmayı seviyorum diye elma da beni sevecek değildir. istersem kızayım, ama durum böyle ise neden kızayım, ne için yorayım kendimi? bu böyle diyorsan o öyledir. inanmıyorum elbet söylediklerine. ama çok güzel -mış gibi yapabilirim.

cevapsız

eskiden sevdiğin insan aslında artık yok. şu anki adamın da sevilecek bir tarafı yok. eee sevgili bayan, bu neyin çabası?
anılara hürmet.
gerçekten o kadar yaşlı mı hissediyorsun kendini?
...

28.11.09

kırmızı ayakkabı ve siyah şemsiye

18 Nisan 2009 saat 17 suları.
Elinde bir gülle kapıya gelmiş olan bir adam, onu çok özlemiş ama çok özlemiş olan bir kadın. İki gün önce kadının doğum günüymüş, her zamanki gibi berbat geçmiş. Ama bu adamın varlığı her şeye yetermiş.
-Doğum günün kutlu olsun.
-Sağol, içeri geçsene.
Adamın kadına aldığı ikinci çiçekmiş bu. Kadın suya koymamış, masaya bırakmış gülü. Kurutup saklamak için.
Arasını hatırlamıyor, sadece adam Opeth konserine gidecekti, kadın da yemek yemek üzere dışarı çıkacaktı, birden öpüşmeye başladılar. Kadının elindeki anahtar şangırdayarak düştü. Garip bir sevişme, yine kadın pek bir şey hatırlamıyor. Adamı konserde bekleyen arkadaşları arayıp duruyor. Barıştıklarını kimseye söylemediler, o yüzden adam "Çıkıyorum abi tamam." diyip neden çıkamadığını açıklayamıyor.
Saat 19'a gelirken adam nihayet çıkıyor. Kadın da "Çıkarım ben de senden sonra." diyor, çıkmıyor. Evde adam gelene dek TV mi izledi, oyun mu oynadı, uyudu mu, hiç hatırlamıyor.
Adam günün ikinci hediyesi ile geliyor, konserden pena getiriyor kadına. Kadın Opeth'e aşık değil ama sever, Face of Melinda'yı yine çalar gibi yapıp çalmadığı için Opeth'e kızgındı biraz. Bu hediye ona iyi geliyor. Adamın konser maceralarını dinliyor. Yine bir sevişme. Bir kaç kare dışında yine herhangi bir şey anımsamıyor kadın.
Gece iyice ilerliyor, adamla kadın bir şeyler yemek ve bira almak üzere dışarı çıkıyorlar. Karşıya geçerlerken aracın birinden laf yiyorlar. Adamın saçı beline dek uzun, onu da kadın sanıyorlar. Adam dövmekten, kendisinin yiyeceği veya atacağı dayaklardan bahsediyor. Kadına da bir kavga anında kendisini bırakıp kaçmasını salık veriyor. Kadın böyle şeylere gülüp geçecek bir insan. Öyle şeyler olmayacağını bilecek kadar gördü.
Yolda, adamla kadının ayrı olduğu dönemlerde, kadının hoşlandığı bir başka adam geçiyor. Selamlaşıyorlar.
Eve varıyorlar, salonda biralarını içiyorlar. TV açık mı? Açıksa ne oynuyor? Ne konuştular? Tek hatırladığı Mariachi ve Pringles.
Bir sevişme dalgası daha alıyor. Kadın bazı şeyleri filmlerde var zannederdi, öyle olmadığını düşünüyor. Sonra da sarılıp uyuyorlar. Adam kadınla uyumanın ne kadar güzel  olduğunu filan söylüyor daha sonraları bu uykuya istinaden. Böylesi gecelerin sabahı erken geliyor hep.
Ertesi gün ne oluyor, kadın hiçbir şey anımsamıyor. Adamın ablasının evinde oldukları gün müydü, yoksa başka bir şey mi? Zaten ne önemi kalmış?
Kadın merak ediyor, acaba adam herhangi bir şey hatırlıyor mu? Yoksa bir Haziran gecesi her şeyin bittiği yerde bu anı da kendi kendini bitirdi mi?
Kadının bir türlü cevap bulamadığı iki şey daha var, adamın giderken neden ağladığı ve neden ardına dönüp baktığı?
Bu kadın ne kendi geçmişinden, ne bu adamla yaptığı onlarca konuşmadan ne de Sevgi Soysal ve Murathan Mungan'ın açık açık yazdıklarından yola çıkıp da şu gerçeği hala kabul edemedi: Bu tarz sorular ve meraklar cevap bulamadıkları gibi kişiyi mutsuz etmekten öte geçmezler.
Ve kişi kendine acımaktan vazgeçmelidir artık. Lanet olsun ki hobisi bu.

Biterken Çalan: Lethe - Dark Tranquillity

İthaf: hals_zimmer

27.11.09

bugün bayram

bugün bayram.

gittim geldim sağa sola.

bugün bayram.

bir nargile devrildi, bir duvara iyi bayramlar dendi.

bugün bayram.

kulaklar uğuldadı, tesadüfler oldu.

bugün bayram.

15 lira bayram harçlığı geldiği gibi gitti.

bugün bayram.

yeni türkü, ezginin günlüğü, bal.

bugün bayram, kimse kutlamaz.

bugün bayram.

laptopu kucağına koyma diyen olmaz.

bugün bayram.

yalgızam.

bugün bayram.

sigranın tadı kaçmış.

bugün bayram...

26.11.09

hissediyorum, geldiler.

küçük






parçalarımız







vardı.






kalbimizde kaldı.











attıkça
batıyor.

25.11.09

toplama

  artık susmak istemek.
  her şeyi silmek istemek.
  zamanı ve yaşamı sıfırlamak istemek.
  bitsin istemek.
  dursun istemek.
+gitsin istemek.
---------------------
fakat çok şey istemek

24.11.09

DO

sen kimsin sen kimsin sen kimsin sen kimsin?
hayatıma bu kadar müdahale edebilme gücünü ben sana ne zaman verdim?
sen kimsin ki? kim oluyorsun ki? kimsin sen?
I DO HATE YOU!

18.11.09

Sabina

Bir defterim var, bana kendisini nasıl sunması gerektiğini iyi biliyor sevgilim. Sevgilim mi dedim? Sahi, siz bana nasıl sunardınız bir zamanlar kendinizi? Ben gümüş tepsiler içinde ayağınıza kadar getirirdim hep ruhumu. Kapağı açana dek gizemli, tadına bakana dek ilgi çekiciydi belki, ama sonra tıka basa doydunuz, bunu biliyorum.
Sabina'nın acılarını anlıyorum. Öylesine trajik ki... Hatırlar mısınız, Das Experiment'i izlediğimde yazmıştım size, yine benzer hallerdeyim. Esir Ruhlar, izlemelisiniz sevgilim.
Sizin buraya gelmenize yakın ruhumun çatırtılarını duyuyorum hep. Yine benle aynı mekanlarda soluk almanızı ve adımlarınızı düşünüyorum. Fakat bunların teki bile umrunuzda değil, ne acı...
Size "dostum" diye hitab edemiyorum bir türlü. Siz hiçbir zaman sadece dostum olmadınız, zor bir iş bu. Ancak, o günler de gelecektir, belki.
Eski bir konak gibiyim sevgilim. Her geldiğinizde yürüyorsunuz içimde, yerler ayaklarınızın izlerini biriktiriyorlar, çökerek!
Saplantılı bir şey olmalı bu. Ne olduğunu yazık ki bilmiyorum. Ne olduğunu, bilemiyorum...
İçim çöküyor, içim çatırdıyor, bir gün yıkılacak-hissediyorum.
Odile olacağım.
Bir öğle vakti "Yarın öleceğim." diyeceğim ve öleceğim sevgilim.
Ama zaten ölmedik mi?
Öylesine hastayım ki...

iklimler

iklimler: odile ve dickie hatta misa ve françois
"neredeyse bileklerimi kesecektim."
bu cümle yeterince açık mı? o kadar çok istedim ki bunu, daha başka istediğim tehlikeli ve garip şeyleri durduran üstüme yığılmış tuğlalardan oluşan mekanizma kalkmamı engelledi. bendeki süperego da böyle işliyor demek ki. kaslarımı felce uğratarak!
beni mahveden sahne tam da şurasıdır:
"Bir serginin önünde durdu. Vitrinde deniz haritaları vardı; bunları sevdiğini biliyordum.
          "Bunları size alayım ister misiniz?"
          "Ne kadar naziksiniz, dedi... Evet, isterim; sizden aldığım son armağan olacak."
İki haritayı almak için dükkana girdik; Odile bunları götürmek için bir taksi çağırdı, elini öpeyim diye eldvenini çıkardı.
           "Her şeye teşkkürler," dedi...
Sonra, hiç arkasına bakmadan, taksiye bindi."

evet, şurası doğru, her şey birebir örtüşmez bazen. ama yarattığı duygu fena halde benzeşir.
sevgili odile'e,
dickie'den sevgiler....

16.11.09

absent

i miss sth but i don't know what.
is that you? is that me? is that us?
what a pity, there's nothing left behind,
not even a gravestone in a graveyard...


12.11.09

pıtır...pıtır...pıt!

yüzü insana benzeyen insanlar vardı
n'oldu sonra onlara?
maskeleri mi düştü?
yok ben evlenmeyeceğim.
senin evlenmeni de istemem.
evlensen bile mutlu olmanı filan yürekten dileyemem.
en az seninki kadar işim var benim de,
ama sen daha çok geçerli sebebin olduğunu idda edeceksin.
zaten yapılan yatırımlar hep boşa çıkma riski taşımaz mı?
yağan bazen yağmur bazense dolu,
benimse üstümde t-shirt var ve üşümüyorum.
kafamda çanlar çalan zangoçlar olmadığı gibi örümcekler de çoktan gitti.
öyleyse hesap et, kaç kedi daha miyavlayacak ben ölene dek?

biterken çalan: one last breath - creed

7.11.09

ne ayaksın hacı?

aylarca görüşmemiş ve konuşmamışsın birileri ile. aylar sonra bakıyorsun ki birinin saçı uzamış, öbürü epey kilo vermiş filan. işin fiziksel boyutu ilk anda en çarpıcı gözükendir. ama geri kalan tarafları duydukça zamanında yapılmış olan kulenin altında bir kez daha ezilirsiniz karşılıklı. sitemden öte konuşacak söz kalmamıştır zaten.
eğer hayatımda bunlardan birini olsun bir şekilde döndürememiş olsaydım fena halde boğulabilirdim gün itibari ile. hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı gerçiğini kimse değiştiremez. bu da asırların klişesidir zaten: hiçbir şey eskisi gibi olamaz. klişe ama gerçek olması hüzün verici...
kimse kimsenin "sadece arkadaşı" değildir. ya daha çoğu vardır ya da daha azı. ama biz bunu karmaşa olmasın, dallanıp budaklanmasın, anlaması kolay olsun, özel hayata pek dalınmasın, aman ha kimse alınmasın gibi sebeplerden tek kelime altında birleştirip önümüze gelene sunarız. sonra n'olur o arkadaşlara? ilkokul arkadaşlarına, eski sevgili olan arkadaşlara, yolda görünce selam verilip daha da konuşulmayan arkadaşlara, arkadaş gibi anne kızlara, beraber içilip dertleşilen arkadaşlara, birlikte sinemaya gidip filmin övüldüğü arkadaşlara, yılda iki-üç kez görülüp yine de kaldığı yerden devam edilebilen arkadaşlara...? ölünür! ya uğruna ölünür, ya onun açısından artık ölünür, ya ciddi ciddi ölünür-doğru eşek cennetine- özetle bir şekilde ölünür, nasıl ve neden ölündüğününse pek kıymeti kalmaz o saatten sonra.
ben de bazıları için hayalet oldum. bakışları, adımları içimden geçiyor ama fark etmiyorlar bile. umurlarında değil, öldüm çünkü. kimisi de benim için çoktan yitti. geçen zaman boyunca çok şey yaşandı, bitti. üstüne bir de ben bitsem çok mu? ya da o/onlar?
sürekli kendime sorduğum iki soru var:
1-ne istiyorsun?
2-eee, sonra?
tatmin edici cevaplar alamıyorum pek, hatta cevap bile alamıyorum. siz alabiliyor musunuz? ondan da önce, bu soruları kendinize soruyor musunuz?

5.11.09

pınar pınar, sana ihtiyacım var

bu pınar ne yapsın sorarım? yüz bin milyon işe koşuyor da yine

4.11.09

haaa, tamam o zaman

ben hastayım. o da hasta. neticede hepimiz hastayız işte. ben bunu her biriniz için kabul ediyorum. rahatsız olmayın lütfen.
yok yahu domuz gribi ile bir bağlantısı yok mevzunun, psikolojik psikolojik.
ha, o dediğinden. haydi kabul edelim, ne ben senin dediğinden bir şey anladım ne de sen benimkinden. "ha, o dediğinden." kalıbı bu iletişim kopukluğunu gizlemek amaçlı ortaya çıkmıştır. doğru mu?
"o değil de" kalıbı da "dediklerin ilgimi çekmiyor, anlatmak istediğim ve bana daha cazip gelen bir mevzu mevcut, iki dakika sus, lütfen." demek değilse nedir?
bunlar gibi daha pek çok kalıp olabilir, hatta kesin vardır. herkes alt metnini de bilir ama kimse itiraf etmez. bence bunun sebebi karşıdakini kırmaktan öte aynı duruma kendisi düştüğünde "iki dakika sus" lafını duymaktansa "o değil de" gibi yumuşatılmış bir şey duymayı tercih ettiğindendir. öyle ya, hangimiz kırılmak isteriz ki böyle "ufak tefek" şeylere.
sen şimdi diyorsun ki içinden: "ha, o dediğinden. o değil de bizim bir arkadaş..."
ben de diyorum ki: "hı hı."

1.11.09

aslında bir konu var, neden bulamayız?

yıllar önce şöyle bir fikrim vardı:
1) bu dünyada benim sevebileceğim bir erkek yok.
2) bu dünyada beni sevebilecek bir erkek yok.
3) sevgililik gereksiz ve saçma bir olgudur.
yaklaşık 4 yıl geçti bunun üstünden, biri gelip ince ince uğraşıp zar zor değiştirmişti bu fikri. sonra biri daha geldi, benim kafam karışıktı bir şey anlamadım ne diyor ne yapıyor filan.
velhasıl, şimdilerde 4 yıl önceki bu üç maddeli fikre geri döndüm. erkeklerin beni sevip beğenmesinden çok ötede ben onları hiç beğenmiyorum. çok sığ, çok tipsiz, çok anlayışsız, çok şu çok bu buluyorum hepsini. onlar da beni çok gerizekalı, çok kendini beğenmiş, çok ukala filan buluyordur muhtemelen, bulsunlar.
yine yıllar önce bir adaşım "en güzel sevgililik kış mevsiminde olandır" demişti. sen üşürsün, o üşür, birbirinize sarılır ısınırsınız gibilerinden. mevsim de umrumda değil, bir tek şubat'ın 14'üne gıcığım.
tv'de sinema bir mucizedir oynuyor ve fenerbahçe 1-1 berabere. oysaki yeniyordu. üzüldüm. böyle biterse daha fazla üzülürüm.
su'suyorum, çok. uyuyorum, çok. yarın da bir çok işim var yine...
sivilce bulaşıcıymış. dün öğrendim ben de.
tıpkı lise boyunca işime bakıp mezun olma yoluna gitmem gibi. sosyallik ne kazandırır insana?
fakat şu dinlemediğim adam var ya... var işte.
fazla cips mideyi bozar, denedim gördüm, sizin de denemenize gerek yok.
ne adamlar gördüm, aslında koyulacak sıfatları yoktu.
sen beni anlayamazsın, çünkü anlaşılır sözler söylemiyorum.
uykum var, yine...

31.10.09

uyu.

bir adam var, yanında uyumak istediğim, öyle güzel kokuyor ki, öyle tanıdık kokuyor ki, sanki doğduğum anda ilk onun kokusunu duymuşum da ömrümce o kokuyu aramışım gibi.
ama uyuyamıyorum.

sylvia ve ötesi


who can be more than Sylvia?
"These are my hands,            
My knees.                            
I may be skin and bone,
who can be more than that?

_______________________

there is an ironi, in everywhere
reading a comic paper and kissing your lover
Do you pity on the comic paper
or do you pity on the kiss?

___________________________

"Yazın kötümserlikten doğar." ve ben yine yazbildiğim bir dönemdeyim_Tanrı kötümserliği korusun!
Virgina veya Sylvia - onlar neredeyse hiç iyi olmamışlardı. Masa üstünde bırakılan kağıtlar ve kocaları...
"Modern Zamanlar" hepimizi eriten.

29.10.09

Orkun? … Orçuuuuuuuuuun!

bunu biliyordum, bundan haberim vardı, ama bu denli ileri gidildiğinden yoktu...

Virginia Woolf, her kadının kendine ait bir odası olması gerektiğini savunur, ben biraz daha büyük düşünülmeli diyorum ve kendine ait bir evi savunuyorum. her eşyanın sadece sizin koyduğunuz yerde durduğu, çorabınızın, kitabınızın, kıyafetlerinizin, yazdığınız yazıların bir yerden alınıp başka yerlere konmayacağı bir ev. çünkü okunması istenmeyen şeyler de yazabilir bazen insanlar, herkesçe görülmesi istenmeyen giysileri de olabilir ve pis çoraplarının lanet kokusunu yine de seviyordur.

veyahut, gecenin yarısında bir adam çalar kapıyı, içeri buyur etmek ister kadın, olamaz mı? uyku tutmaz alkol almak ister, çırılçıplak yatıp uyumak ister, sessizlik ister-ayak sesine bile tahammülü yoktur yani, arkadaşıyla dedikodu yapmak ister gece 3'e kadar, sevgilisi olmayan bir karşı cinsle-ya da hemcinsle-sarılıp uyumak ister, ve tüm bunlar için bir tek kişi bile ağzını açıp soru sormasın ister. Dilediği gibi yaşamak, en azından evinde...

-İnsanlaaaaaaaaaar! Neden öpüşüyorsunuzzzzz?
-Sen neden öpüşüyorsun?
-İstediğim için. Sen?
-Her istediğimi öpemem ki, mesela yolda bir çocuğu çok beğenirim, öpmek isterim ama öpemem. Onaylanmış bir...
-Yani cesaretin yok?
-... Yani...

Cesaretim olsaydı sanırım şu evin kapısını "çat!" diye çarpar çıkardım, param bitene kadar da dönmezdim. Hatta bir iş bulur muhtemelen hiç dönmezdim...
Cesaretim olsaydı bir bebeğim olurdu, babasını bilmediğim…
Cesaretim olsaydı üstümle başımla kış günü denize atlardım…
Cesaretim olsaydı kariyerin, işin, aşın peşinde değil kendi peşimde koşardım…

-Nuriiiiiiiiiii ... Hayriiiiiiiiiiiiiiiiii … Orkun? … Orçuuuuuuuuuun!

26.10.09

af af af af af af af ...

bayan peri bugün bana "affetmelisin!" dedi. daha önce de demişti. belki farkında değil ama, diğer insanlardan önce kendimi affedebilmeliyim.
çok uğraşıyor peri, hem de çok! bugün denedim ama, bir kısmımı affettim. yok sayıp kaçtığım bir kısmımdı. artık aşık olduğum bir kısmımdı. (aşık olunanın bundan haberi yok, öylesine konuşuyorum sanıyor o, moralini bozuyorum hala, umursamaz ya, sarsacağım kendimce karşı umursamazlıkla, yok saymayla, bilmem ki ne denli yerinde?...)
duygu, duygu, duygusal! kumsal'dan öte -sal ekiyle kelime türemezmiş. bir rivayet bunu der.
soru: duygularınız altında ezilir misiniz?
cevap: hem de ne biçim!
dışarıdan bakan "ha ha!" dediğimi düşünür çok büyük ihtimalle ama ben adına şiirler yazdım, çok kapalıydılar.
"sarsak cümleler kuruyorum, kusura bakma."
ben bu adamı rüyamda görüyorum ve bu adam bana "yarın şunu giysene" diyor, ben de onu giyiyorum! bu adam beni rüyasında gördüğünde ben "hıh!"lamıştım resmen.
ama çok şey değişti. konumuzun stocholm'la alakası ne denlidir fikrim yok. istatistiğim kötü, korelasyon hesaplarına giremem, bu işin sonu nereye varır bilemem, tek bildiğim orda bir adam var, bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum-bakamıyorum...
bir insan sözünden kaç defa döner peki? bu 5 mi 6 mı? ne için? ne hakla? neye dayanarak? neye güvenerek? "sorular sorular aklımdaki sorular-at bunları kenara!"
benim yaptıklarım seninkileri götürmezse, tebrik ederim sayın bayan, göze göz dişe diş kavramını yavaş da olsa geride bırakıyorsunuz. böylece günümüz hukuk sistemini de algılamanız kolaylaşabilir zira "öküzünü öldürenin, sabanını kıranın cezası idamdır." günleri çoktan geride kaldı. bu kadar modern ve bu kadar ilkel olunmaz ki...
sen şimdi git otur da kitabını oku. foucault mu okursun, durkheim mi okursun, pavese mi okursun, ben bilmem!
ha bir de, nefes al arada!

tavsite edilen şarkı: dinlen bir nefes - jehan bardur

20.10.09

oha!

oha demek istiyorum. bu kadar mutlu insana oha demek istiyorum. kıskançlıktan çıldırabilirim, haberleri yok. kimisi o kadar da müthiş gözükmüyor, kimine sempatim var bana batmıyor ama bazısı feci içime işliyor. bir oha da bana gelsin! nasıl ya? herkesin hayatı nasıl otobanda akar da benimki patikada sağ tarafı uçurumlu virajlar!
tamam kabul, abarttım.
kuzen de aynılarından yakınıyor, diyor ne bu mutluluk, deli olacağım. tam da üstüne basmıştı! kıs-kaç-lık! (dur teoman'dan dinleyelim) fena fena! ben sevgilimi bile bu kadar kıskanmamıştım. n'aparsın ki facebook var, hayatların içine eden! orası showroom, herkes farkında ya, en mutlu, en cicili fotoğraflarını koyuyorlar. biri vatikan'ı gezmiş, öteki müthiş zoom yapabilen bir makinayla bilmem nerenin çimenleri üzerinde tüy kadar hafif, bir diğerinin sevgilisi elleriyle yaptığı zıkkımın kökünü yine elleriyle aşkına yedirmekte, diğeri saçını kestirmiş boyatmış gözüne lens göbeğine precing taktırmış filan. hu huuuuu! ben mutlu DEĞİLİM! gözüme mi sokman gerek?
n.ş.a., insan arkadaşının mutluluğunu paylaşıp çoğaltmalıdır. ama kendi psikolojisi buna müsait değilse n.ş.a. değildir o artık, bunu belirtmekte fayda var. ve benimki gerçekten müsait değil! yok depresyon değil bu defa, intihar da etmeyeceğim. kızgınım! yoracak beni bu sinir harbi, tükenip kalacağım sonunda, biliyorum ama şu an durum bu.
yine de ilk domino taşını pıt diye düşüren hatayı biliyorum."adisyon başka yerindi, hesabı başka yere ödedim."


Ve kıskançlık, 
Bu zayıflık anında...

19.10.09

sürün(gen)

pes, her gün yazacak bir şeyler mi çıkar? ama çıkıyor...
sürüngenler üzerine mi yazmaktan başlasam bilemedim...
şimdi, biz en ilkel canlılardan olan sürüngenleri pek hoş karşılamıyoruz, insanız ya, aştık tabii, beğenmiyoruz filan.oysaki bu canlıların her şeyleri basit arkadaşım. dolaşım, boşaltım, üreme, rutin hareketler, avlanma, av olma, yaşam alanları vd. ama insan öyle mi ya? her şeyi karmaşa, kaos.
kaosun sunduklarıyla yetin! kafanın dikine gitme! bi bok elde edilmiyor inatla!
bugün öğrendim ki, kimse göründüğü kadar saf değildir. işbu cümledeki saf kelimesi aklınıza gelen her türlü anlamda, evet. nasıl mı?
bir adam varmış, canı sıkılan, sonra bu adamı ciddiye almışız biz bir kaç kız, en ciddiye alanımızın üstüne kalmış adam da, e hayırlısı. fakat adamın iğrençlikleri sıralansa izmir'den ağrı'ya yol olur. yazmaya başladım da yazmaktan sıkıldım sildim.o derece.
mini özetle: adam bilinen rakamla bir üç kıza birden yazmış. durumu fark etmiş olana da "ayıp ediyorsun, yazık ediyorsun, haksızlık ediyorsun" filan demiş. içlerinden en salağıyla -ya da en iyi salak rolü yapanla- da sevgili olmaya karar vermiş, burdan tebriklerimi sunuyorum.
yanlız salak bu şahsın kendisi de, o sebeple dengini bulmuş. aynı topluluktan olmaz ki kızların hepsi. biri duymaz da öteki de mi duymaz? ya kendini süperman sandı, ya kızları gerizekalı. başka iki gerzek daha hatırlıyorum, onlar da eski sevgilileri ile sevgililerini aldatmışlardı, onlar da duyulmaz sanmışlardı.buna ancak gülünür: haha!
evet dostum, çok zekisiniz hepiniz!
neyse, sürüngenlere dönersek. ıslaklar, kışları soğuk yazları sıcaklar, kimini kesiyorsun öleceği yerde çoğalıyor bilmem ne. ama şu insanlardan daha mı iğrençler yani?

18.10.09

gü(nde)zel(lik)

günlük, sıradan, rutin -artık sen ne diyorsan adına- hayat içinde bir türlü kimsenin göremediği güzellikler var. hepimiz kaçırıyoruz bunları.  zaten hepsini yakalamamız mümkün değil! ama orhan veli'ye "nasır üstüne şiir mi yazılır?" diyen tarafımızla yaşamayı tercih edip durduğumuzdan oluyor bu, böyle büyüyoruz çünkü...
nivea sponsorluğunda TEGV çocukları "bence güzellik" diyip kendilerince güzel buldukları ne varsa fotoğrafladılar. koca albümde eva green tipli kimse olmadığı gibi, kimi fotoğraflarda da hiç kimse yoktu! bizimle birlikte içimizdeki güzellik kavramı da kendi çapında büyüyor(!) olmalı...
velhasıl insanoğlu, ben çok kızıyıorum yiten bunca güzelliğe.

çünkü bu akşam güneşi yüzüme vururken, ve ben çocuk parkında oturmuş neye baktığını bilmez, sadece çimenlerin kokusunu duyarken birilerinin üzerimdeki güzelliği göremiyor oluşuna üzülüyorum.

ergenlik çağına yeni girmiş bir kızın, tüm orantısız vücuduna ve oturamamış giyim tarzından doğan garip görüntüsüne rağmen saçını kulağının arkasına atarkenki eline dikkat eden kaç kişi var?
iki sevgilinin kavga edişindeki güzelliği de görebilen var mı? havaya kalkan eller, titreyen dudaklar? o afrodizyakla sonrasında buluşan?
kantinde otururken çaydan eli yanmış parmaklarını üfleyen kişiye dikkat ettiniz mi?
üstünde pijama, tüm gece ağlamış, öğlen 2'de kalkmış kadının sigara içişine ne dersiniz?
aşık adamların bir türlü açılamadıkları kızlara bakmaya kıyamayışları ama bir o kadar da doyamayışları?
martının kanadının suya değdiği an?
"beni aşağlıyorlar" diye ağlayan çocuğun masumiyeti?
çöp konteynırlarındaki yavru ve pis kediler?
dua eden yaşlı kadının beyaz örtüsü ve yukarı açılmış avuçları, hele de o huzur kokusu üstündeki?
histerik kahkahalar atan ve durmak bilmeyen kadının tam da o kahkaha sesleri?
çimenlerin altında kitap okuyan parkalı genç çocuğun gözlüğüne vuran güneş ışığı?
yağmurlu havalarda dize giren kramplar yaşadığını hissettiren?

oysaki verecek ne çok sevgim ve sırf seyretmeye bile ayıracak o kadar çok zamanım vardı benim...

çok mu çirkin kimileri? hele ki kediler değil mi? sigara içen kadın da hoş değil, dua, parka, -ulan- gözlük camı? neresi güzel?
sen öyle sanmaya devam et. "nasır üstüne şiir mi yazılır?".

15.10.09

çıldırmak

elinden bir şey gelmediği oldu mu yoksa her daim hayata karşı motive bir insansın da anlamaz mısın bu durumlardan?
bir yere emek verirsin, gerçekten uğraşırsın, biri dağıtır kucağına hatta suratına atıverir, küfür gibi. sana atan olmadı mı, oldu da duymadın mı?
hiç metale asit döktün mü? nasıl kabarır ama yok da olur. insanlar öfkeleri içinde böyle oluyorlar, dikkat ettin mi? "kontrolsüz güç güç değildir", anımsadın mı?
sen hiç yaşayan birini yitirdin mi? elleri içinde ölüp gittin mi?
"mika dönmüş!"  dediğinde boş boş bakan "yakın"ların oldu mu suratına kez kere kez? anladın mı bunu yoksa sen de mi kalakaldın?
"hayır, iyi bi' yer bu dünya!" dediğinde ille de kötü şey geldi mi başına? "yeter!" dedin mi hiç? sonunda da "mal" ilan edildin mi hiç?
"beni sizler delirttiniz." cümlesini cem karaca'dan duydun mu hiç?
bunca soru bir şey ifade etti mi? etmedi mi?

biterken çalan: yasemin mori - aslında bir konu var

12.10.09

alkol is a sorte bad thing

en son ne zaman içtim? hımmm. ramazandı. (bu ne laçkalık.+yüzsüzlük) bir daha da içmedim zaten. neyse.
bugün sosyoloji perim sarhoştu. gece rakıyı şaraba katıp götürmüş. o kadar çok içmiş ki, öğleden sonra saat 4'te hala kafası bir dünyaydı. olayın süreç içindeki ve sonrasındaki sonuçlarına gelelim:
kusmuş. o kadar çok kusmuş ki sabaha kadar o kusmuş, ev arkadaşları temizlemiş. bu kadarla kalsa süper.
yeni ayrıldığı ve güya şimdi sıftatı eski olan sevgilisini aramış, çağırmış-hatırlamıyor bu kısmı, sanırım ben aradım, diyor. çocuk sabah 8'de bayan periye peynir yedirme çabası içine girmiş, 9'da da evi terk etmiş geldiği gibi. ben gördüğümde yine yanındaydı. nerdeyse her içenin düştüğü hata-eski sevgiliyi aramak...
sabah derslerde ne yaşadı bilmiyorum ama, akşamüstü çevresinde canını yakmak için koz arayan adamların yanında alenen saçmaladığını da gördüm. "benim dirim, aman senin ölün, işte dirim ölüm iyidir ya, bi laf vardı, neydi?" dedi.
uyurken lenslerimi çıkarın, batıyor demiş, bakmışlar uyuyacak, peri, lensler demişler, lensimi çıkaranın gözünü çıkarırım, demiş. bir şey ye demişler, gidin başımdan ben n'aptığımı biliyorum, diye posta koymuş.
hiçbirini hatırlamıyor.

hatırlamayacağım kadar içmedim, hatırlamayacak kadar içen çok insan gördüm.
çok kustum, acizlik olarak gördüm, çoğunu itiraf etmedim.
içtim diye kimseye koz verecek diyaloglara girmedim. umarım girmem.
eski sevgili... içmesem de yaptığım işti zaten. çok aşıktım(?). o da sarhoşluk gerçi...

velhasıl,
kimle,
nerde,
ne kadar,
ne zaman,
nasıl,
ne
(5n1k kuralı)
içtiğin önemli...
makulse durumlar, yerinde olur içmek bazen de.


PS: şu şarkıyı dinleyin:
jean barbur - gidersen

10.10.09

söyle nerdesin bal?

ben sen o biz siz... siz bi gitseniz.
ben şimdi bir şeyler yapacağım, yapıyorum da ama, dolduruyor muyum, cık.
ama karar ver tutamıyorum zamanı.

Mirkelam'ın eski sevgilisinin adı da Pınar imiş. Hatta Pınar Çınar! Velhasıl, Didem Uzel'le aynı sahnede olan Mirkelam'ın hal ve gidişatından rahatsız olan Pınar Çınar, atlamış gitmiş kulisi basmış, ayrı olmalarına rağmen. Ne hakla? 2,5 yılını vermiş, o hakla. Hımmm, demek ki 2,5 yıl yeterince uzun bir süre ayrı bile olsan hak taleb edebilmek için. Demek ki gözünün içine nasıl baktığını çok iyi bilebileceğin bir zaman dilimi ki fena halde canını yakabiliyor da kalkıp bir yerleri basabiliyorsun.

"Bastın" mı sen herhangi bir yeri, de bakalım?
Hı hı!
Afferim yavrum. Bir işine yaradı mı bari?
I ıh!
O zaman basma bir daha e mi bebitom?
Temem.

Bu kadar kolay mı peki?-CIK!

8.10.09

o bir bencil, fakat evcil

canım sıkılıyor. sürekli canımı sıkan şeyler oluyor. ben insanları anlamıyorum, insanlar beni anlamıyor, kimse kimseyle uzlaşamıyor, sonuç felaket. ben banka kartı veya kredi kartı istemiyorum, o da ne, nurtopu gibi iki kartım oluyor, ben kimseyi gaza getirmek ayar vermek istemiyorum, o da ne, isteyerek olmuyormuş, ben bu okuldan bir an evvel gitmek istiyorum, o da ne, önümde daha iki yıl varmış! gittiğim hiçbir yerde insan ilişkilerim doğru düzgün olamadığına ve ben en fazla iki yılın sonunda artık nefes alacak herhangi bir yer bulamadığıma göre sorunun kaynağı ben olmalıyım. teker teker pek çok şeyden nefret etmeye başlıyorum, tabii etki-tepki yasası, onlar da benden... karar veremediğim nokta, durup beklemeli mi çekip gitmeli mi gidilebiliniyorsa? herkes ve her şey varlığımdan rahatsızmış gibi geliyor gittikçe. yalnızlaşıyorum. rahat bırakılan bir yalnızlık da değil bu, kırılıyorum. buharlaşıp uçmak istiyorum. söylediğim her kelime saçmalıktan öte varmıyormuş gibi geliyor, dudaklarımı mühürlemek istiyorum. ölürsem eninde sonunda herkesin bu duruma alışacağını ve bir süre sonra artık kimsenin aklına bile gelmeyeceğimi biliyorum. çünkü insanlar ölülerle değil dirilerle yaşarlar. bir gün kendi ölümlerinin geleceğini yok saymak istercesine matemleri 40 günü geçmez. 40 yıllık ömre 40 gün... ve inatla benle konuşmayı sürdüren, bir zaman canı olduğum ya da hala canı olduğum bu insanların bana nasıl ve neden katlandığını anlamıyorum. çoğunluk n'olursa olsun haklıdır ilkesinden ortada bir gariplik varmış gibi hissediyorum, kaynağını bulamıyorum. insanların birbirlerini bunca aşağılmak isteyişlerini, kendilerinden olmayanı hor görüşlerini, tahammülsüzlüklerini, umursamazlıklarını, körlüklerini anlayamıyorum. bunları ben yaptığımda kendimi de anlayamıyorum. insan denen varlığın neden böyle özelliklere sahip olduğunu çözemiyorum. canını çok haksız yere çok yaktığım tek bir insandan özür bile dileyemiyorum, selam bile veremiyorum hatta. en fazla arkamdan bir daha gerizekalı der ne kaybederim diyorum, ama o kadar çok kaybettim ki artık herhangi bir şeyi görmeyi istemiyorum. insanların avutmalarının sabun köpüğü gibi üç beş dakika işe yaramasına dayanamıyorum. sarılıp uyuyabileceğim, yüzünü seyre dalıp huzur duyabileceğim bir erkeğin olmayışına artık katlanamıyorum. hırçınlaşıyorum, katlanılmazlığım katlanarak artıyor böylece. boşluktan ve çaresizlikten fal bakıp vakit öldürmek istemiyorum. canım sıkılıyor. sürekli canımı sıkan şeyler oluyor. önünü alamıyorum, durmuyor...

6.10.09

bu kırık o kırık değil

yine kendimi berbat hissediyorum. yine en ufak şeyler bile canımı sıkıyor. eski sevgiliyi fakültenin önünde görmek canımı sıkıyor. benim de bildiğim ve beni de bilen insanların yanımdaki arkadaşıma koro halinde seslenip sonra bana "seni görmemişim" demesi canımı sıkıyor. hep aynı dertler içinde çember çizmekten öte gidememek canımı sıkıyor. bütün falcıların hep aynı şeyleri söylemesi canımı sıkıyor. sigarayı bırakmak canımı sıkıyor. insanların yalan söylemesi canımı sıkıyor. her şeyi yalnız başıma yapıp durmam -artık- canımı sıkıyor. 2 sene önce bin türlü dil döküp izin alamadığımdan yanlarında bir saat daha oturamadığım için üzüldüğüm adamlarla, artık pek fazla sınırım kalmadığı halde ortada o adalardan birinin bile kalmamış olması canımı sıkıyor. saatlerce yanında oturup sırf yüzünü seyretmekten bile keyif alacağım insanoğlunun hiç ama hiç umrunda olmayışım canımı sıkıyor. zar zor kurtulduğum depresyon labirentinin orta yerinde düşmekte olduğumu hissetmek canımı sıkıyor. evet ben yine "neye baksam üzülüyorum". ve evet üstüne bir üzüntü daha ekledim, benim baktığım hiçbir şey dönüp bana öylesine bile göz atmıyor. 5 tane kırığım var ve ben 6,6 atıyorum, ama sadece 6lar dolu, birini bile giremiyorum. ve bunca kırığa girsem bile 6,6 dahi kurtaramıyor beni...

2.10.09

ars-ı ulusal

bonobo dinliyorum ve bir arkadaşın fotoğraflarına bakıyorum. itü'de mühendislik okuyor. kız. kız mühendis anladın mı? üstelik istanbul'da okuyor. uluslararası -arsıulusal da diyebilirsin sen- panellere katılıyor. istanbul ama, anlasana, kız çocuğu o, ama ben de...
bu nedenle diyorum ki, iyi bir üniversitede, kesinlikle istanbul'da, bir ayağın da yurt dışında okumalısın. ece temelkuran'ın dediği gibi olursa, insan her şeyi illaki yaşayacaksa, en güzeli tam da öğrenciyken, 20lerdeyken olanı. anladın mı beni?
hiç sanmıyorum...

28.9.09

twilight symphony for artemis

deneme deneme 1-2...
sssSSSaaaaaSeSseSSSssssAAAaaa...
I'm suffering under the moonlight
Come quickly and be my twilight.
Oldu mu?

27.9.09

suicide by burning?

bir insanoğlu bir vakit bana demişti ki: ölüm dersi mi, ne gösterecekler ki, hemen biter.
sırf yanarak intihar üstüne uzunca bir makale var. daha ilk paragrafını bitirdim ve vietnam ordularını protesto için kendini yakarak öldüren bir budist rahip olduğunu, bir dönem protesto amaçlı insanların bu şekilde intihar ettiklerini öğrendim.
intihar ediş yöntemleri, bunun ülkeler, yaş aralıkları, cinsiyet, dönemin siyasi politikası, kişinin mahkum olup olmaması... onlarca faktör, onlarca incelenebilecek ve tartışılabilecek şey var. ötenaziyi konuşmak bile bir iki ders alabilir.
çok yönlü bir mevzu yahu, sırf intihar da değil, iş kazaları mesela, cinayetler, trafik kazaları, eceliyle ölenler...
o zaman ölüm dersi olabilir. hatta konsun, felsefe, psikoloji ve sosyoloji bölümlerine. ölüm felsefesi, ölüm psikolojisi ve ölüm sosyolojisi...
ama unutmuşum, ölümüne korkarken ölümden, bir de tartışamayız ya
ve insanoğlu bin sıfır önde...

26.9.09

erkek çocuğu

bazı günler, ki nadirdir, pek, pek nadirdir bu günler, bir erkek çocuğum olsun istiyorum. babası da olmasın etrafta! erkek çocukları annelerine aşıktır ya, ondan... ben demedim, freud demiş. şu da var bir de, kimse onun canını yakmasın istiyorum, imkansız ama, biliyorum...

25.9.09

fin

bir devrin kapanışı!
bu kez üç nokta değil
kocaman bir nokta.

23.9.09

vazgeçtim dünyadan

bu şarkının "oha lan yaşıyorum aq!" dedirtmesi a-acaip bir durum olsa da, bugün eve gelirken böyle oldu. sözleri esgeçip müziğe takılınca pek de vazgeçesi yokmuş gibi geliyor şebnem ferah'ın da zaten, iyice bir dinleyin bakın. bırak kadının olayım şarkısının müziğiyle vazgeçtim dünyadan'ın sözlerini birleştirirseniz ama intihara kadar yolu var. demek ki neymiş, her şey bir denge içindeymiş...
bugün de okulum açıldı, heyo! ilkokullar bile yarın ama biz ege üniversitesi olarak bugünü uygun görmüşüz. işin garibi, öğrenci çok, hoca yok.-insan tam tersini bekliyor. vehasıl, iki yıldır aynı sınıfta okuyup 5 dakkalık zorunlu muhabbetler dışında diyaloğa girmediğim insanlarla oturdum, küçük parka gidip batak oynadım. salaklıkmış efendim bunca zaman gitmemek, bunu fark ettim. zira "insanları rahatsız edeceğim, evet evet, kesin rahatsız edeceğim." hissiyle dolup taşıp kimsenin yanına uğramadığımdan süper geniş bir çevrem olmadı hiç. onlar da beni kimseye yanaşmayan kendini beğenmiş kız olarak ilan ederdi, karşılıklı önyargı ne fena şeymiş!
insanoğlu gelmiş galiba izmir'e, emin olamadımsa da öyle bir çıkarsamada bulundum. ablası da vaşinktın'da geziyormuş. nerden mi bildim? ablasının iş arkadaşıyla oturup bir güzel kahve içtim!
oh la la! buyur bakalım ben böyle biri miydim? yok alakası yok. n'olduk anlamadım olduk bir şeyler, kısmet...
ha bir de güneşe allerjim olduğunu keşfettim! onur'la bir şey daha paylaşmak! daha güzel bir şeyi paylaşmak isterdim ama bu da olur ...
datt'a teşekkür, ilayda'ya da teşekkür anasını satiyim.
ha 3 gün sonra bu hisleri paylaşacak mıyım bunu bilmek güçtür. muhtemelen alakası olmaz küfrederim bu yazıya ama... ama işte ne bileyim. zaten "sevgili günlük" diye başlasam daha uygun olurmuş. dedim ama, blog tutuyorum artık diye...

hişşşt...

sus çünkü duyarlar. yerlerin kulakları var, bilmez misin sen? ve tüm kelimeleri sana sarf ediyorum ben, tam da bu yüzden, yeter artık, sus lütfen!
anlamadın mı? kızacaklar, bilmez misin sen? yine mi "o" diyecekler. hişşşt! kes sesini, ağlama, çok acizsin. susmaycak mısın tanrı aşkına! beni delirtiyorsun biliyor musun?
sus yahu sus. yeni doğmuş bebek misali... gülüyorum çocuğum sana, çünkü saçmalıkların daniskası bu. ne dedin? anlamayacak mı? anlamaz elbette, haksızlık etmekten öte geçemez, bilmez misin sen?
saçma sapan konuşmayı kes de sus! hayır efendim özleyemezsin, yalvarma. offff, anla artık yok, bitti, kazana düştün sen! hahahahaha! elbette sevmiyorlar seni, bilmez misin sen? sevselerdi burda ne işin olurdu ki?
ay yeter vallahi düşüp bayılacağım şimdi! bir kapanmadı gitti çenen kaç yıldır. yok hayatım, seninle bakamam dünyaya, o kadar romantizim ve iyi niyetle başımıza gelenleri bilmez misin sen? kes dedim!
susmazsan öldürürm seni çocuk, sus dedim! hayır, sevmiyorum, hayır öyle değil, ağlamışsa ağlamış, ne çıkar, timsah gözyaşlarıydı onlar, bilmez misin sen? eeeeeh, çok oluyorsun ama.
ölümüne bu kadar susamış daha da kimse görmedim ben. susmadın mı? iyi o zaman, öl!

21.9.09

ne sen sor ne ben söyleyeyim

her seferinde bir şeylere kızdırmak zorundalar mı insanı? hayır, derdiniz ne anlamıyorum ki? şimdi de last fm'e girmek yasakmış. girmek isteyen yolunu bulamazmışcasına... alanlarımı daraltmasalar diyorum ama, yok illaki daralacak. acaba blogları da kapatırlar mı yakında? myspacelere oldu ya...
neyse, kızdım ben yine, ama kim bilecek kim görecek tabii...
geçenlerde yine kızmıştım başka şeylere, üzülmüştüm de biraz, okul açılmamış, kampüsün içinde turluyorum, pek kimse de yok. konserlerin verildiği alana gittim, sağ sol çimen! yürümeyi sever misiniz çimenlerde? ben bayılrım. neyse, ayakkabılarımı çıkardım, elime aldım yürüyorum. ayaklarımın altını gıdıklıyor çimenler, geçti kızgınlığım. yan taraftaki köşde oturan iki çocuk, (aslında 20 yaşın üstündeki erkeklerdi onlar), karşı köşede de orta yaşlarda bir çift, ben de oturdum uykusuz okuyorum. derken bir baktım 5 kişi de ayakkabısız! çiftin dişi olanı gelip: "senden gördük biz de çıkardık, ne güzelmiş!" dedi. çocuklar bir şey demedi, kendi aralarında takıldılar, keşke deselerdi, ben de demedim gerçi, neyse.
ama güzeldir. bazen kızmak da güzelmiş demek ki, pat diye kampüste oturan 4 kişinin ayakları çimen gördü! daha n'olsun!

16.9.09

kendimi bunun için mi yorcam ben

malumunuz, nil karaibrahimgil şarkısından bir dizedir "kedimi bunun için mi yorcam ben". ilk duyduğum sahneye dönersek:
şakır şakır yağmur yağıyor, tiyatro çalışması için yoldayım, fena halde ıslanıyorum, cefakar kulaklığım ve radyodan gelen nameler... neyse, geç kalıyorum, ıslağım, umrumda değil bir de sigara yakıyorum yürürken. yine bir şeylerden kurtulmaya çalışıyorum çünkü, kötü kedi şerafettinin eşi olmadığı da fena halde doğru olduğundan kendimi artık yormak istemiyorum bu durumlarla vs. şarkı da şahane denk geliyor, nil de hayatıma dalış yapıyor durduk yere. öyle bir şeyler.
ama insan her defasında da aynı şeyi yapmaz ki. gidip gidip gelmez ki. 9 yıl önce birisi anlamış, sonra 6 yıl geçmiş biri daha çıkmış, geri kalan (9-6=3) 3 yılın sonunda, yani 2009 olunca takvimdeki rakam biri daha anlamış, e ne mutlu. demek isterdim de diyemiyorum. ben yine o yüzlerce kelimeyi doğru düzgün sıralayamayıp korkutucu cümleler sarfediyorum. gerçekten, ne yapıyorum ben?
eskiden güncem vardı. günlük dememeyi aziz nesin'den öğrendim, ekmek değil ki bu, günce işte adam haklı. şimdi günce gibi blog "tutuyorum". emily dickinson'dan şiir tutuyorum, bugünkü hal ve gidişat da bu şiir gibi olsun diye. sahi, ne yapıyorum ben?
bir insanın hayatını sadece 5 dk içinde karmakarışık hale sokabilmesi konusunda benden başarılısı aransa bulunur mu, bilemiyorum. yahu, anlayan beri gelsin, ne yapıyorum ben?
çünkü kelimelerim benden çok yaşıyorlar, daha çok yaşar zaten kelimeler. sanal dünyada ya da el yazısı olan düz bir kağıtta veya havada titreşim yapıp uzayda saklanan ses dalgalarında kelimeler, kelimeler, kelimeler... başıma ne geldiyse de onlardan gelmedi mi zaten? susmayı da bilmiyorum ki... beceriksizce dizmektense onları susmam daha hayırlı olur, biliyorum ama en azından arkasında durmuş oluyorum içimdekilerin, öksüz kalmıyorlar da, ben yanlız kalıyorum, o var. of, of... n'apıyorum ben?

14.9.09

biri bizi gözetlemiyor

geçenlerde gazetede 8-10 kızın resmi, sizi BBG'de yarıştıracağız, demişler, bir villada 3 hafta mı ne yaşatmışlar. buraya kadar tamam. ama gören oldu mu yakın zamanda TV'de BBG? Hayır, çünkü kandırmışlar bu kızlarımızı, çıplak hallerini kaydetmişler, gerisi palavra. Pornografik anlamı dışında kimse gözetlememiş yani kızları. trajik. trajikomik de olabilir, emin değilim.
bugün biri beni de gözetlemiyor artık. gözetleyen biri vardı, çok da sevinmiştim. insan yazdıkları izlensin ister, daha doğrusu okunsun. geribildirim almak önemlidir işte, anlatabildim mi? daha iyi yazmak istersin filan. öyle işte...

Ders Kayıtlanması

Bu aralar bloglarda en sık gördüğüm konu bu, benim de sorunum, tüm üniversite gençliğinin sorunu: Ders Kayıt!
Suçu kime yüklemeli bilmiyorum, tıkır tıkır işleyen sistemler mevcut mu, hiç duymadım ama vaziyet çıldırtıcı. Misal, şu anda benim ders programım belli değil. Alttan iki ders alıyorum, birinden fd ile kaldığımdan illaki alacağım, hadi diğerini bıraktım diyelim... "Hocam, ya çakışırlarsa?" "Artık şans orası da." bu cümlenin alt metni "E sen de kalmasaydın, ben n'apayım!" olabilir mi, bence olur. Da, ders öyle bir ders ki mubarek 15 kişi kaldı! Kalmamak mümkün değil! 95 kişi filan olacağız gelecek yıl, öylesi bir ders. Hangi sınıfa sığdırırlar, ne yaparlar bilmem. Danışman öğretmen bir şey bilmiyor, bölüm başkanı kayıplarda, öğrenci işlerinin elinden bir şey gelmiyor. Madem öyle, 14'ünde yapmayın kayıtlanmayı siz de, halledin işinizi gücünüzü, öyle yapın. Çok mantıklı, değil? Ama olmaz, gökten o akademik takvim inmiş bir kere, kim madur olursa olsun, ya da madure, cinsiyete göre...
Velhasıl, 26 kredilik sınırı ucundan yakalayıp geçmeden durabildim, tam 9 ders = 25 kredi oldu. -çakışmazsa...

+ SOSYAL PSİKOLOJİYE GİRİŞ-I ALTTAN DERS

+ 213 KLİNİK PSİKOLOJİYE GİRİŞ EKRANDAN EKLENEN SECMELI DERS

+ 312 PSİKOMETRİ-I ZORUNLU VE SECILMIS DERS

+ 313 FİZYOLOJİK PSİKOLOJİ-I ZORUNLU VE SECILMIS DERS

+ 318 ÖĞRENME PSİKOLOJİSİ ZORUNLU VE SECILMIS DERS

+ 320 YETİŞKİNLİK VE YAŞLILIK PSİKOLOJİSİ SECMELI DERS

+ 337 KİŞİLİK KURAMLARI ZORUNLU VE SECILMIS DERS

+ 338 ENDÜSTRİ VE ÖRGÜT PSİKOLOJİSİ SECMELI DERS

+ 343 LABORATUVAR TEKNİKLERİ SECMELI DERS

Bu mudur? Budur...
Oysaki başka kelimelerle dönmüştüm gittiğim yerlerden, nerden çıktı şimdi bunlar?

7.9.09

el yazısı olsun


Tıklayıp okuyunuz. El yazısı iyidir.

6.9.09

bir şey soracağım. mümkün müdür?

sor ama şarjım bitebilir, dedi zat. bitti de şarjı. daha sormadan bitiverdi. hala yok şarjı. iki gün sonra açarsa telefonunu artık şarj etmiş olması benim için hiçbir anlam ve değer taşımayacak zira o mesajları avea daha fazla bekletmeyecek. yeniden atmaksa çok uzak bir kavram. bir kez yaparken bile adeta çile çektim iki kez aynı işkenceye tahammül edemem. sonunda o iyi adam olacak ben de salak kız olacağım suçlu da şarjı biten telefon olacak. çünkü zaten önceden söylemişti biteceğini şarjının, değil mi ya? şarj bitesiye dek sordun sordun, cevabını aldın aldın, yoksa biraz zor. gerçi sorasım da yok, acıklı bir sualdi aklımdan geçen. kalıba bile sokamadım cümleyi, öylesi trajik. evirdim çevirdim saatlerce. falcının dediği gibi, özel hayatıma ayıracağım zamanı derslerime ayırırsam çok başarılı olurum!
neyse, sonuç şudur ki: elimde kelimeleri belli ama hiçbir eki cuk diye yerine oturtulamamış soru olmaya aday cümle parçacıkları, şarjı bittiği için cevap veremeyecek bir adam ve cesareti yerlere yığılmış artık kendine acıyan bir zavallı ben varız.
ah telefon ah, neden bitti şarjın?

"şimdi bunlar geldi içimden"

Ne dinlesem ağlar oldum. Hele Şebnem Ferah, Katatonia ve The Cranberries...
Hep Babam Oğlum parçasını dinlerken "Bu şarkı kesinlikle benden bir şeyler anlatıyor ama bu aldatılmak meselesi uymuyor." derdim, o da uydu artık, şarkı fena can yakar oldu demek epeydir dinlemiyordum, iyi de ediyormuşum ya ne diyeyim, başladım ağlamaya.
Bir arkadaşım Facebook'ta Tonight's Music diye fotoğraf albümü açmış, onu görüp Katatonia açmalıymış gibi geldi nedense, yine ağladım.
Yolda giderken radyo dinliyorum, The Cranberries'den bir parça... Solistin sesi fena dokundu, hayır şarkı Zombie değildi, ama adını anımsamıyorum, galiba anısı vardı artık bilinçaltımın dipsiz sularında bir yerlerde, yolda da ağlanmaz ki.
Son iki gündür bana bir şeyler oldu. Zamanın birinde birisi "Neye baksan üzülüyorsun." demişti. Şimdi olsa cümlesini "Ne dinlesen ağlıyorsun." olarak değiştirirdi herhalde.
Tezer Özlü'yü sevme sebeplerimden birisidir bu şarkı mevzusu. Ne de güzel buluşmuşuz, nasıl da sanki gizlice anlaşmışız içimizden, konuşmadan Özlü'yle. Ondan daha iyi anlatamam bu derdi:
"Radyoda şarkılar dinledim. Hiç bilmediğim için bana güzel gelen şarkılar. Hiçbir çağrışım uyandırmadığı için."
(Yaşamın Ucuna Yolculuk, S. 91)
"Orkestra 'Besame Mucho'yu çalmaktadır.
Yunanlı: Bu şarkıyı biliyor musun?
Kadın: Ne yazık ki bütün şarkıları biliyorum..."
(Zaman Dışı Yaşam, S. 25)

4.9.09

Fal

Fallara takmak. Evet böyle. Olup biten pek bir şey yok yaz mevsiminde malum, hep aynı klasik, Haziran'da 3 yıldır beni terk eden sevgilinin "yine mi terk edeceksin?" sorusuna inkarının 3 gün geçmesinden sonra terk edişi, bir süre üzülmek, yıpranmak, sonra illaki yapılması gereken işler çıkması, sınavdır, çeviridir, bir kaç yere gitmek, yine birinin evlenmesi vesilesiyle bir kaç günlüğüne kent değiştirmek, gördüğün kenti yine de seni terk eden adama anlatmakta ısrar etmek, temmuz ağustos'ta artık mesajları bırakmak, telefonları sağda solda unutmak, mesaj gelirse de avea mı vakıfbank mı diye heyecanlanmak, kongre için bir daha kent değiştirmek, yakın arkadaşları görmek, yine 8 yıldır olduğu gibi aynı yazlığa gitmek ve orda limitsiz zaman geçirmek, öyle ki günleri, saatleri karıştırmak, eylül'ün girişi, okulların açılmasını beklemek son 14 yıldır, bu yıl açılmak da bilmemesi zaten ve öylece beklemek! Beynin örümcek ağları bağlayıp ortalığı basan tozlardan hiçbir şeyi net olarak algılayamaması... Ve fallara takmak. Her şeyin bunca belli olduğu ve beklemekle geçen bir dönemde insanların size ilginç bir şeyler söylmesini beklemek bu sefer de.
Dedi ki: Falında Y harfi var. Aaaaa hem tabakta çıkmış hem bardakta!
Dedim ki: Yaaaa, yine demek? O da bir Eylül klasiği ama bu sefer epey yaklaşmıştık sona?
Dedi ki: Zaten o değil asıl kısmetin, arkada sisli bir at var, asıl kısmetin odur senin.
Düşündüm, kesin yine ayrılacağımızdan yine aynı Y çıkacaktır karşıma. Ya da gelecek yaz bir değişiklik olur? Hayır tabii ki de inanmadım yazdığıma.
Her şeye rağmen falın çıkmasını da isterim yine, bu sefer nasıl saçma bir sebeple son bulacak diye? Nasıl bir yalana inanıp seveceğim yine diye? Unutmak için de nasıl bir icat çıkaracağım acaba diye?
Merakla bekliyorum seni yaz 2010, arada olacakları görebilmenin tek yolu sana varmaktan geçiyor ne de olsa...

22.8.09

İnsanın 5bin mesaj hakkının olması, MSN dediğimiz neredeyse beleş teknolojik iletişim aracını ikide bir açması, facebookta gezim gezim gezmesi, google'da tırnak içi isim araması filan için sevgilisi ya da "sadece arkadaş"ı olması lazım gelmekteymiş, bunu gördüm ben. Düşün şimdi 5bin tane mesajın oldu feda ettin 39 kontorü-nasıl yazıldığı konusunda hala kimse anlaşamadı bu sözcüğün-, gece tüm arkadaşlarına "iyi geceler" mesajı atıp gün içinde boş beleş laflar ediyor ve insanları uyuz etmekten bir adım öteye gidemiyor isen ne anladım ben ondan. Sürekli konuştuğun yegane insan da genelde sevgili oluyor MSN'de, cevap vermezse başka kimi takıyorsun ki? veya masaüstünde ayrıca bir gösterimi olan kim olabilir ondan başka? Facebook da arkadaş için filan değil, palavra. Kaç sevgili gördüm sayesinde ayrılan. İnsanlar salak mı onu da anlayamıyorum, fotoğraf koymak uğruna yakayı ele vermek nedir? Madem yapıyorsun... neyse... google turlarına hiç girmiyorum zaten bilenler çok çok iyi bilirler... Yani sevgililerimizi bulmamızı, onlarla daha sık(ı) iletişim içine girmemizi ve sonunda terk edilmemizi de aynı gelişen teknoloji sağlıyorsa olayın ilk iki aşamasında ağzını açmayıp son aşamada küfür etmenin manası nedir?-Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla...-

8.7.09

?...?

Yazmak... Ama ne yazmak? Nedir ki yazmak? Sözcüklerin kağıttaki, monitördeki, tahtadaki, asfalttaki, duvardaki... izlerinin peşinden gitmek? bugüne dek, yüzey üzerinde bıraktığım tüm noktalar kümesini ayağımın ucundan başlatıp sıralasam, kaç dünya turu atardım? Birileri arkamdan döküp saçtığım sıfatları, fiilleri, bağlaçları, edatları, ünlemleri toplayıp üst üste yığsaydı hangi takım önde götürürdü?
Bilemiyorum...
Bu aralar hep soru işaretleri ve üç noktalar... Emin değilim, her şey muallak... Bildiğim doğrular yanlış(mış) mı? Hiçbir fikrim yok... Umrumda mı(ymış)? Pek sayılmaz... Zaten ne umrumda(ymış) ki?
Benim umursadıklarımın ve dahi umursamadıklarımın hesabının bana bırakılması daha doğru olmaz mıydı? Yoksa ödünç bir yaşam mı peşimde sürüklediğim (ya da beni peşinden sürükleyen?)? Ondan mı bunca yargılama sorgulama? "Birinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerininki biter." Sanırım bana ayrılan alan fazlasıyla iç içe girmiş, fazla diğerlerininkine yaklaşmış/karışmış ki herkes söz sahibi oluvermiş?
"Bu ülkede demokrasi var"(mış), "Bu ülkede kanaat ve ifade özgürlüğü var"(mış)...
Bilemiyorum... İnsanın bilmediği şeyler üstüne atıp tutması tehlikeli bir iştir? O zaman?
...

5.7.09

Poster

İnsanlar okuyorlarmış bu blog'u! Vallahi bir ben varım sanıyordum ne yalan söyleyeyim. O kadar da emindim hani böyle olduğuna, seviniverdim.
Genç kız odalarında posterler olur. Jackson posteri, Tarkan posteri, şimdilerde Emre Aydın posteri filan... Bende hiç olmadı. Ergenlik dönemini hep aşağladım ya, o bölümü atlayarak geçeceğim hesapta. Zaten yetişkin olmak için ne çabalar sarf ettim hep. Babamla oturup büyükler gibi konuşmak için çabucak büyüyüvermeye çalıştım hep. Okumayı bile söktüm erkencikten. Neyse işte, bu poster meselesi de, değişen popüler kültürle berber sürekli duvarda yeni bant izleri bırakmya sebep olacağından, kararsızlığa da tahammülüm olmadığından önce Yonca Evcimik asıp sonra Eminem'le devam etmek ardından Linkin Park'a dönüp hop diye Metallica'ya geçmekler filan bana göre değildi. Duvarlarım boş kaldı hep. Kendi çizdiğim resimler filan oldu bazen, bir de ders programları o kadar. Sonra bir gün İTÜ'yü gezerken bir tiyatro afişi yürüttüm, onu astım. Kendi oynadığım bir oyunun afişini daha astım, sonra kendi yazımı astım, bir öğretmenimin kızının yaptığı resmimi astım, Aysel Gürmen'in Selen'i, Ankara'dan alınmış bir kartpostal, çocukluk fotoğraflarım filan derken duvarları da aştım dolap kapakları bile doldu. N'oldu? 20 yaşında ergenliğe girdim ben. Bugün de Nil Karaibrahimgil astım. İlk şarkıcı oldu kendisi astığım. "Nil mi?" diyip burun kıvıracak bir sürü insan biliyorum ama önyarglılı davrandıklarından diyorum. Yoksa ben de Anathema t-shirtleri alabilirdim, evde Ahmet Kaya'mız da eksilmedi hiç, 3 yaşında "hasretinden pranglar eskittim"i ezbere bilirdim n'olduğunu anlamadan. Ama insanın eğlenmeye de ihtiyacı var. O yüzden Nil! Şans verin Nil'e. Beğenmediğiniz, atmak istediğiniz Nil posterlerinizi de beklerim. Seve seve asarım ben onları.

25.6.09

rüya

bir rüya gördüm, daha doğrusu iki rüya. birbirinden felakettiler, birbirinden acıklı. gecenin içinde kalkıp hatırlamaya çalıştım başlarını, ama sonları o kadar çarpıcıydı ki başını hatırlayabilmek mümkün değil. kanlar her yerde, acı her yerde. seyirci kalıvermek olan bitene. gerçekte olduğu gibi.
ben hep her şeye seyirci kaldım zaten, her şeye... gelene, gidene, ima edene, tacize, aldatana, terk edene, sevişene, özleyene, bekleyene, aşık olana... ne var ne yoksa hepsine. ruhsuz, donuk, hissiz bir bakış attım hep. umrumda bile olmadılar. sonra iyisi de kötüsü de yitip gidince farklarına vardım bıraktıkları etkilerin. kara delikler, dalgalı kumsallardaki ayak izleri, yaş asfalta adını yazmış çocuğun titrek elleri... yaşarken attığım bakışları atamıyorum geride kalanlara. o kadar basit değil izleri yok etmek. günde bir paket sigara bitirerek, umursamazdan gelip sağda solda gezip tozarak, kusarak-kan kusarak, kahve kusarak, acı kusarak...-, ardı ardına sayfalarca okuyarak filan yitip gitmiyorlar.
kusmak. bedenlerin en güzel fizyolojik hareketi olmalı, en mühimi, en önemlisi, en gereklisi, en lazımı... çünkü ancak kusarak zehirlenmekten kurtulur vücut, sadece kusarak. evet, kusmayı kutsuyor ve yüceltiyorum. Sylvia Plath için sıcak bir banyo neyse, benim için de kusmak o:
"New York'un karmaşasından çok yukarılarda, bu kadınlar otelinin on yedinci katındaki küvette bir saate yakın uzandım ve saflığıma yeniden kavuştuğumu hissettim. Vafitze, kutsal sulara filan ihtiyacım yoktur, ama sanırım dindar insanlar için kutsal su ne anlam taşıyorsa, benim için de sıcak bir banyo aynı anlamı taşıyor." (Sırça Fanus, s.24)

19.6.09

Kimsenin okumadğına gönülden inandığım şu blog, sana sesleniyorum, paranın ne önemi var mühim olan insanlık dostum. havanın sıcak olmasından mı başlayayım insanların kelek olmasından mı? Oy yine bu depresife bağlamış di mi? Öyle valla. Ben tırmandıkça aşağı indiriyorlar blogcan, çok hüzünlüyüm. çok öptüm kib bye.

9.6.09

SARA

Yeter elime her aldığımda seni görmüşlüğüm
"Varlık" varlık değil ne de sosyoloji
kongresi
Kaç kere daha turlamak gerek aynı sokağı?
Görünme de görme de, bıktım işteşliğinden
Yokoluşun uzayboşluğunda bile sevinç, inan
Gregor Samsa'nın ölümün ardındaki tuhaf
huzur ailedeki
İstemiyorum çikolata soslu vişneli cheescake
lerini
Virgina Woolf burnum da dahil bana kalsın
bedenim
James Joyce hikayelerindeki epifanlar ve
Doluca şarapları'nın hüzünlü şarkıları
Hepsi
bu
kadar...

8.6.09

İnsanların evliliğe neden koşar adım gittiklerini bir türlü çözemiyorum. Hepsinin de ötesinde, ağzıma evlilik kelimesi bi yerden kıl tüy gibi

6.6.09

Anlam(sız)am

Şimdi ben DADAdan anlamyorsam, veyahut hiç anlamıyorsam, ne kaybeder dada dadalığından.Esasında zaten anlamamam lazımsa "Bir şiirden bir şey anladıktan sonra ne anladım ben o şiirden" diye Tzara'nın olmayan ama Tzara'ya yakıştırılan laflar eden bilmem bişi.
Yok ben İkinci Yeni'den de çakmıyorum aslında. Cemal Süreya'nın soyadını da ya fazladan bir r ya da fazladan bir y ile yazdığım da olur sık sık. Birinciyi çözen ikinciyi de çözer-en azından kısmen çözer-diye bir olayı da yoktur şiirin. Garipler gariptir, bu kadar!
"Çarşambayı sel aldı/Bir yar sevdim el aldı", Federico Garcia Lorca ve Louis Aragon. Oysaki Emily Dickinson sevmiştim ben, ne manası var şimdi ilk ik kalemden sorumlu olmanın.
Bu yazının bir alt yazısı var elbet ama yazmaya üşenmek de var.

29.5.09

Neredeyse hayatı sevecektim...

28.5.09

HURT

I hurt myself today,
to see if I still feel.
I focus on the pain,
the only thing that's real.
The needle tears a hole,
the old familiar sting.
Try to kill it all away,
but I remember everything.
What have I become?
My sweetest friend.
Everyone I know,
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt.
I will let you down,
I will make you hurt.
I wear this crown of thorns,
upon my liar's chair.
Full of broken thoughts,
I cannot repair.
Beneath the stains of time,
the feelings disappear.
You are someone else.
I am still right here.
What have I become?
My sweetest friend.
Everyone I know,
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt.
I will let you down.
I will make you hurt.
If I could start again,
a million miles away.
I would keep myself.
I would find a way.
Johnny Cash

26.5.09

Hayret ki ne hayret size.
Beni depresyona siz sokuyorsunuz diyorum, suçu bize atma diyorsunuz. İnsan durduk yere neden depresyona girsin ki?
Güvenmek salaklığını yaptığımdan beri depresyondayım evet çünkü güvenmenin ne salakça şey olduğunu ancak güvendiğin adam bi' mallık yapınca anlayabilirsin. Suç bende mi?
Bir türlü ayarını tutturamadınzsa beni büyütürken, suç bende mi?
Kötüye gittiğimi görmeyecek kadar kendi işinize dalmışsanız, şimdi niye ilgi alakaya boğmaya çalışıyorsunuz, ihtyacım yok artık sinirlerimi bozuyor yapış yapış, vıcık vıcık sevginiz samimiyetiniz tehditleriniz her şeyiniz.
Ölün...
Ya da beni öldürün,
tek kişinin ölmesi daha kolay olur herhalde...

24.5.09

Hey Joe

"Hey Joe!" hayatımızı alt üst etmek için yaratılmış bir şarkıdır.
"Hey Joe!" dinlemek dumanlı bir gecedeki sıkıntılı suskunluktur.
"Hey Joe!" filmleri sadece seyretmekle kalmayıp onlara aşık olan kimsenin gelip geçişidir.
"Hey Joe!", "Hey Joe!", "Hey Joe!"!!!
"Hey Joe!" beş satırlık yazıda on ünlem kullandırtıyor böyle işte... (üç nokta trip atmakmış?)

23.5.09

Gel sen de kopar bi' parça
Tozum bile kalmasın
Elimde boş bir tabanca
Dua et ki patlasın...
İş güç bi' ton. Sınav filan yanında. Bir insan daha az içmek için ne kadar çok içmeli önce?
Kiminle nerde nasıl sevişmiş olduğunun ne önemi kalmış? Sevda Çiçeği...
E sen beğenmedinse yazdıklarımı, odamı da beğenmedinse, iyi ya ben de seni beğenmedim...
Virgina Woolf garip kadın, kimilerini kaçırtmak, kimilerini aşık etmeye yarıyor. Ama Virgina beni önceden bilgilendirmeliydi bu huyundan ötürü.(kimden ötürü?)
Sahne sanatları? Yok yok, eğer ekibinde bir kişiyi, tek bir kişiyi bile sevmiyorsan, üstüne bir de herhangi bir karşı cinse ya da olmadı hemcinsine aşık filan değilsen çekilir dert değil(miş).
Hayat ne boş ne anlamsız/Neye benzerdi reklamsız? Benim yarına yanında olmak istediğim insanlar var aslında. Ama ben yarından sonra da yanında olmayı arzulayacağım kimseleri diliyorum. Sanki yarından sonra, hatta yarın bile yaşayabilecekmişim gibi, sanki ben istedim diye onlar da isteyebilecekmiş gibi... Hep dönüp dolaşıp varmadım mı bana söylediklerine? Eskiler her zaman haklıdır!!!
Bu gece kafayı blogların varlık sebebine taktım. Eski sevgililerin blog açma sebebi olduğuna dair şahsi tecrübelerle desteklenmiş bir teorim mevcut, bakalım...
Hepimiz teşhirciyiz aslında. İlle vücut sergilenir diye bir kural mı var ki? Sayfa sayfa acı, sayfa sayfa ama... Birileri okusun da acısın?, derdimizi anlasın?, mesajlar yerini bulsun? filan diye herhalde. Şu kadarını biliyorum, o da mesajlar yerlerini bulsalar da bundan kimsenin zamanında haberi olmayacağıdır. Ama ne önemi var ki?
Ve ben, uykum da işim de varken, Alsancak'a gittimse bunun suçlusu kimdir? Vişneli cheesecake sever bir adam mı? fakat çikolata soslu olacak Ve Hayalbaz'a gittimse son paramla neyin peşine düşmüşlüğümdür bu? Hayalbaz'da da masalar hep yer değiştirir, servis yapan adını bilmediğim hatunun iç düzensizliğinin sonucu gibi geliyor bana niyeyse, ne büyük özgürlüğü var bir bilse... Ben istediğim yeri dağıtamayan, dağıtsa bile geri geldiğinde eski nizam içinde bulmaya mahkum bir zavallıyım...
Son beş gündür aralıksız içişleri de bu ille de çikolata sosu diye tutturan adama bağlasak?
Olsa öyle bir adam bağlardık da, benimki sırf sebep uydurmaca...

9.3.09

Bugün 11'de durabildim. Ancak 10.cu etki yapabildi. Bilenler bilir, geriye kalır 9. Ve yemekte kol var bu gece, koldakan. Yer misiniz? Ben o demir tadını alamadım gerçi, hemen de panzehiri bastım ki çabuk kapansınlar diye, ama nafile, içetkiler kapanmadıkça dıştakiler varlıklarını sürdürürler!
Zevk bayım, zevk! Zevkten dört değil dört bin beş yüz köşeyim! Ölümüm zevketen olacak diye korkarım...
Bu dünya bana... yok yok, böylesi sizleri yoksaymak olur,
bize
adaletsiz davranıyor. (Adaletsizlik ille de tek yönde olacak değil ya, çok vermek de adaletsizliktir.) Kimseyi kurtarmak da ne yazık ki mümkün değildir. Neden diye de sorulmaz bu ülkede, acı biber sürerler. O yüzden sormayın nedenini.
Yarın sabah bir acıyla uyanıp bunları nasıl, ne zaman yaptığımı soracağım kendime ve hatırlayıp... Hatırlayınca n'olacak? Pek bir şey olmaz genelde. Hatırlar, üç beş saniyelik karmaşık bir duygu hezeyanı yaşadıktan sonra devam edersin. O zaman uyumakta fayda var.