22.11.12

wild horses

eğer hayat üstüne bir milyonuncu defa atıp tutacaksak, bizi kim durdurabilir? ama yapmamak lazım.
şimdi şöyle oluyor, bildiğin kalorifer peteğine bildiğin sırtını dayayıp hala üşüyorsan şunu da bil ki ya çoooook soğuk ya da ateşin var. ama genelde ikincisidir. şu anda da muhtemelen öyle.
fallar doğruysa, burda uzunca durdum, falcılar sadece öleceğin zamanı veremiyorlarsa, neden ki öyle?, birisinin adını bir sebepten sayıklarken acaba dersin ki, zaten hep bir acaba olmamış mıdır? ne bileyim. hayatımızda fransızca parçalar yer alıyor, bunu biliyor muydun mükremin? bir feriştah fantazisi içinde kaybolup gitmişsin de haberin yok.
bak ipler senin elinde olunca akşam yemeği yemeyebiliyorsun. halbuki yemen lazım. sonra banyoya girmen, çamaşır filan yıkaman, sabah erken kalkman vs.
biz senle bükreş'te bir üniversitede buluşamadık güzelim. başkaları buluşuyor. bazen bir dost der ki, derler bir şeyler  işte.
hani yine izlenecek filmler vardı? noldu gene? kendi kendine kendi kendini becerip bir kenara atmışsan ayakların donar işte. uyumak güzel olabilirdi, saç kurutmak da olmasa. şimdi kendini ılık sulara bırakmanın verdiği avantajlar var. dönüp de dolaşıp başladığın yere geliyorsun. geliyorsun yani yapacak bir şey yok. galiba bazen sürüklememek lazım. haneke.
o zarafet sende yok ne yazık ki. bir nilgün marmara değilsin. eski sevgilinin eski sevgilisini aslında sevebilirsin. hatta çok sevebilirsin. ama işte, ne demiş bir anti-oidipus kahramanı, bir sabah kalkarsın ve babana aşık olmadığını anlarsın.
zülfü livaneli gibi toplumsal gerçekçi foucaultlardan oluşan bir topluluk kursak, muhtemelen çok saçma olurdu. o yüzden kurmuyoruz zaten yani yoksa çoktan kurardık. neden kurmayalım?

18.9.12

I do hope so

son günlerde hiç yorulmadığım kadar yoruluyorum. istanbul'a taşınmak, işe başlamak, para kazanmak için lüzumsuz kağıt işleri yapmak, hiç kimsenin istanbul'da olmaması, olanın da bencileyin işe gitmesi ve herkesin evine kendini zor atması, nedense hafta sonlarının da hafta içlerinin aksine yönde bir hızla geçip gitmesi ile ilgili her şey. ve diğer kişisel sebepler.
sen şimdi bana kalbi çoktan dağılmamış ama aşka inanan bir adam göster o da benle anlaşabilsin. böyle fonda anathema çalsın filan bu sırada. aşağsı şebnem ferah.
ne mahremiyetin ne de güvenin yıllardır kalmadığı bölgeden çıkış yok gibi. ama bundan sana ne bana ne ona ne bize ne size ne onlara ne...
balkonda kızlı erkekli bira içip türkü çığırdıkları için kiracısı kızları evinden atan ev sahibemin varlığına inat, evine gidemediğim, gidip de kalamadığım, kalıp da duramadığım, üstüne onlar gelince kovduğum adamları düşünüyorum. "gündeliğin başı boş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyorlar." suçu da zamanın tersliğine atmak adettendir. sahi öyleydi desem yalan olur. yine de görülecek şeyler vardı demek ki bir kaderci yaklaşımla.
şimdi çıksa ve gelse, o, ben, esra erol, hülya avşar ve acun napardık koca istanbul'da? hangimizin yatıyla giderik çeşme kıyılarına? bilinmez.
ne kadar zaman olmuş bir roman, eleştiri yazısı, dergi okumayalı, ne kadar geçmiş son izlediğim filmin üstünden? bunlar hep dert, hep problem. sabah ezanıyla kalkılıp ama asla namaz kılmayarak işe gittimiz bu yerde en yakın sinemanın ve kitapçının kilometrelerce uzakta olduğunu bilerek ve yüz bilemedin beş yüz metre ötedeki gösterimlere neden gittiğimizi kendimizin de bilmediği o günleri pas geçerek napıyoruz? neden çoğul konuşuyoruz? neden rakı, neden sigara, neden esra erol'un sesi kapalı, neden prodigy ve ne için lan içerenköy kozyatağı?

10.8.12

yel girmesi

bazen yazdığım şeylere çok gülüyorum. euheuehueh hatta. ama bugün gülme konusunda ciddi sorunlarım var zira sırtıma yel girmiş. gerçi annemin bile "yaşlı kadınlar gibi konuştun." diye nitelendirdiği bu yel girme meselesi başka nasıl ifade ediliyor onu da bilmiyorum ama emin olduğum bir şey varsa o da: gülmeme engel. nasıl kalakalıyorum nasıl belli değil.
insan tam da böyle şımarık şımarık akademik, mesleki, maddi şeylere üzülüp durunca işte böyle ufak tefek hasta oluyor ya, hah işte o en güzel şey. gürse (ya da gülse, yıllardır bilemedim, bilmek için de çabalamadım) birsel'den daha ciddiyim. böyle iyileşmesi zor olmayan ama  bir günlüğüne olsun insanı  kısıtlayan muhteşem fırsatlar bunlar hep. zira başka türlü şükretmek demeyeceğim ama gereksiz/abartılı/durumun hak etmediği kadar çok üzülme olayının sonu gelmiyor.
şimdi düşündüm de bir kaç yıl devlet okulunda bir yerlerde çalıştıktan sonra iyi bir özel okula okul psikologu olarak girebilirim. ve bu beni mutlu eder. bazen dönüp finlandiya'da master yapacaktım noldu, diyorum kendime. ama şu var, sürekli everest'e tırmanamazsın. zaten daima böyle yoğun bir çabada olunca insan bir yerde yoruluyor ve maalesef o tak etme noktası da en direnmesi gereken yer olabiliyor. yine de dünyada yapılacak çok şey var. polyannacılık değil bu. sürekli üzgün insanın ikincil kazançlarına batmadan, ya da iylik timsali olmadan durulabilecek ara bir yol, bir çıkış, bir nefes. çünkü gerçekten yapacak  çok şey var! afrika'daki açlar napsın, köprü altında yatanlar nasıl okusun filan gibi sosyal gerçekçi mevzuulara girmek istemiyorum. "normal" bir insandan bahsediyorum. basit bir hobi edinmek zor değil. akıldan geçirmek gerek. her gün aynı şeyleri yapıyorum ama hiçbir şey yapmıyorum, tiribinden insanı korur. ülkenin üç büyük şehrinden başka gönlünce yaşanabilecek yerleri de elbette vardır. her kör gidişin bir getirisi çıkar. buna inanıyorum. şu hayatta bir seçim yaptım: ya mezun olmayıp ortalamamı yükseltecektim, ya mezun olup yoluma bakacaktım. mezun olmayı seçtim. böylece formasyon aldım. iddia o ki bunu alabilen son nesiliz. ikisi de istesem de dönüp elde edemeyeceğim şeylerdi. ama şunu elde ettim: bir gün akademisyenlikten bıktığımda yapabileceğim başka bir işim daha oldu. bedeli de akademisyenliğe girmem epey zor oldu.
sürekli yorgun üzgün kırgın olduğumu ifade eden cümleler kurmak istemiyorum, öyle hissetmiyorum da, ama elim, dilim öyle cümleler sarf ediyor. sıkıldım bundan.
sanırım aslında bu master vıdılarından da sıkıldım. mesela bundan size ne?
yel, iyi ki sırtıma girdin!

20.7.12

yok sana başlık maşlık

canım kardeşim devlet üniversitesinde mastera kabul almak çok zor, özel de çok pahalı. napalım ölelim mi?

8.6.12

zaten hepimiz yokluğunda çok kitap okumuş insanlar değil miydik?

bir erkekteki entellektüel birikim ve zekanın kadınlar dünyasındaki yeri paha biçilemezdir.
bir erkeğin zuhal olcay konserine gidip her şarkıya eşlik edeni, bilinçaltı ile bilinçdışının ayrımını bileni, yeterli seviyede futbolla ilgileneni, yine de rakı masasında da arabesk ve tsm de söyleyebileni,
"en kötü ihtimalle sen beni bu halde bırakıp gitmezsin diye düşündüm"
ve neticede o kadının yokluğunda çok kitap okumuşu makbuldür.
evet makbul.
bir de ad var ki kadınlara konan o da makbule.
"sabah olmuşsa kimin umurunda! haydi dostlar yanı başıma. bana laf geçmez, yazı-tura atmam bize gidelim beyler!"
zaten makbulün kökü de kabulden gelir. yani işte her zamanki gibi bir kelime arapça ise onun içindeki sessiz harflerden anlamca birbirine yakın yepyeni tasavvurlar üretebilmelisinizdir.
bu mustafa sandal eskiden çok naif şarkılar yapardı yüreğimize dokunan sözleri olan. artık daha "pop" işler yapıyor. üzülüyoruz. zaten hep 90'lar, ah 90'lar!

"karanlıklar çökmüş üstüme odalardan bir güneş gel der bana"
ama işte o zamanlar çelik, mirkelam, izel, asya gibi biteviye tek isimle anılan şarkıcı dostlarımız da yok değildi. ya bu arkadaşların soyadları berbattı, ya da böylesi daha akılda kalıcı, belki de karizmatikti. bilemiyorum. neticede bu adamları kimse eşcinselleri sorgular gibi sorgulamadı tercih mi genetik mi bozukluk mu diye.
ve bu konuyla eşcinsellerin sıkıntılarının ne kadar alakası varsa uludere ile de kürtajın o kadar ilgisi vardır.
"hiç kandırdım ben seni? aldattım mı sevgilim? gecenin bir yarısı uyandırdım mı bebeğim?"
o değil de, bir psikoloji öğrencisinin kongrede eşcinsellerin sorunlarını paylaşan bir eşcinsel annesine (bu da nasıl bir tamlama oldu bilemiyorum) "eşcinseller de, ımmm ... şeyyy ... yani heretoseksüeller gibi cinsel arzuları oluyor mu?" diye bir saatlik panelin ardından sorması nasıl açıklanmalı?
"o hep bana anlatır arada bir çıtlatır"
onu bunu boşver de, benim de şöyle bir yönetim sistemi önerim var: kim kime oy verdiyse onun kanunlarına bilmem nelerine uysun/maruz kalsın/uğraşsın/katlansın/sevinsin artık ne yapacaksa. anayasa komisyonu bu önerimi dikkate alsın. "herkese kendi başkanı sistemi" adı da. ben bulduğumu düşünüyorum ama belki de birilerinin bi teorisi vardır, ne bileyim.
"bu şarkı yarınlara yeni umutlara, haydi rastgele dostum yolun açık ola!"
ve kesinlikle mustafa sandal'la alakası olmayan bir parçayla bitirmek isterim
Duman - Dağlar Bağlar

1.6.12

isyaaaaaaaaaaaaaaaaan!

insanlar evleniyor, hatta çocuk doğuruyor, hatta doğurduğu çocuğun altını filan temizlerken kocasına da güzel gözükmek için full makyaj, tüylü topuklu terlik filan geziyor. yaş 22-23. kendimi düşününce algı kapasitemin çok üstünde bir noktada olduklarına kanaat getirip asıl üstün zekalının onlar olduğuna filan inanıyorum. ne cesaret diyorum be, vay be! her şeyi tartmışlar, ölçmüşler, biçmişler, uydurup giymişler.
bir de uzun zamandır görüşmediğim insanlar bunlar. hani face'ten ekli olmasak numaramız da yok oturduğumuz yerleri de bilmeyiz hatta son on yılda beraber ne yaptık düşünsek çıkaramayız filan. sonra bu salak bağlantı (facebook) nedeniyle bin bir türlü karın ağrısı çekiyorum, aman düğünü varmış gitsem mi gitmesem mi, aman çocuğunun kırkıymış ne alsam filan.
bugün mesela gitmedim düğüne. zaten hep de bilindiği üzre, insanlar yakınlarına davetiye, az yakınlarına telefon, yakın olmadıklarına da facebook event'i uzaklıkta. işte teknolojinin gelişimiyle orantılı olarak ilerliyor yani. önce dedim gitse miydim, ne taksaydım filan. sonra zaten tekrar tekrar formaliteden çağırıldığımı idrak ettim kimi olaylar zinciriyle. evine ziyarete giderim dedim geçtim. belki ilerde çocuğu olursa mesela, ne bileyim. ya da o zaman da gitmem. onlar da gelmesinler. gelseler de çok şaşırırım. belki sevinirim ama ne konuşacağımı bilemem. ne iş yaptıklarını dahi bilmiyorum. zaten siyasetle din de tanımadığın insanla konuşulmazmış. eh, işte on yılda ne yaptın ne ettin. bu durum çok, şey, ımmmm, ikiyüzlüce sanırım doğru kelime.
yahu zaten, başka başka liselere gitmişiz. ilkokuldan tahmin ettiğin potansiyelleri var işte insanların. arada bir ne yapıp ettiğini duyup gördüğün insanlar oluyor, şaşıramıyorsun bile. ne yalan söyleyeyim. bir de mesela aynı liseye  hatta üniversiteye devam ettiğin kişiler oluyor, hani çocukken evinden çıkmadığın, bir bakıyorsun senden nefret eder olmuş. bir takım sebepleri vardır diyorsun kendince. bazısından sen nefret ediyorsun. belki şimdi çok kafa insan olmuşsa bile suratına bir tane patlatasın geliyor. zamanında durduk yere o sana yapıştırıverdi de bir şey yapamadın diye sadece. kimi de var, eskisi kadar yakın olmasan da görünce seviniyorsun. ama bunların sayısı genelde az.
bir de ben çok insan tutmayı sevmem. pek çok şeyi yanlış anlarım, insanların yanlış anlayacağını düşünerek pek çok şeyi yapmam bu sebeple ama o şeyler yapılması gereken şeyler çıkar genelde, benim yaptıklarım da yapılmaması gerekenlerdir her daim. iyi de ben nezaketen yapılan işlerden hiç hoşlanmıyorum ki. kırkta bir yapmak zorunda kalıyorum. onda da kendimden nefret ediyorum.
mesela bak liseden de bir grup arkadaşım vardı, biri haklı olmakla beraber gerisi bence manasız sebeplerden çekip gittiler. hatta manasız dediğim sebepleri dahi genelde bilmiyorum. ama biri sahiden çok manasızdı bak, finale çalışmam lazım alsancak'a eğlenmeye gelemem dedim, aman nolcak dedi, dedim ki lisedeki sınavlar gibi olmuyor ne yazık ki, çok kişisel alınarak kendisinin öss sonucu bir yere yerleşmemesine dem vurduğumu düşünüp küsmüşmüşmüş. allah allah dedim. allah varsan sana sesleniyorum dedim. akıl fikir ver dedim. burdan duyurmak istemediğim zibilyon tane şey yaptım lan ben dedim, gerizekalı mı bu gelip bi kırıldım bile demedi ben mal mal aradım evine filan gittim. var, böyle de var.
neyse fazla kişisel oldu.
vallahi insana halil sezai dinlettiriyorlar.
şimdi sen de diyeceksin ki sil facebook'tan madem böyle hisler içindesin. ama o da olmuyor. çünkü birini "face'ten bile silmek" diye bir şey var. o kadar da değil filan yani. kavgalı ayrıldığın eski sevgilin mi ayol bu, durumu.
işte derdi nedir bu sonbaharın?
daha yazacağım da ne gerek var?
bu aralar da böyle bir şey, yazıp yazıp siliyorum, ne gerek var diye.
benim buuuuuuuuuu derdiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim....

25.5.12

dayanamıyorum yani

bakıyorum, izliyorum, sonra değil sesini duymaya parmağının kıyısını görmeye dayanamıyorum.
şimdi tom jones'dan delilah çalıyorsa bu kimsenin suçu değil.
insanın dişisi "özel günlerinde" karnında kedi yavrusu beslermiş.
eğer oturup da anlatmak istediklerimizi açık açık yazamıyorsak bunun birden çok sebebi olabilir. ama bu sebep genelde bir yerlere dokunmaktan geçer. bu dokunuş, illaki tutuklanan gazeteci gibi devletin bazı organlarına olan dokunuşlar değillerdir. aslında anlatıldığı gibi seksi olmayan bu süreçler insanı yorar, sıkıntıya sokar, üzer. böyle bir gark etme meselesi vuku bulur.
ya işte öyle.

12.4.12

ya da çölde çay filminde

Her Teoman dinleyicisi gibi acaba nasıl bir filmdir ki bu "Çölde Çay" diyerek lise sonda izlemiştim. şu anda hemen hemen hiç anımsamasam da anımsadığımı da spoiler olmasın diye yazmayayım dedim. Neyse.
Bugün iki film birden kuşağımızda şunlar var:
1)Perfect Sense dilimize de işte böyle çevirmişler: Yeryüzündeki Son Aşk -ups dırş!
2)Cairo Time yani Kahire Zamanı
İkincisinden başlayayım malum girişi öyle yaptım.
Şimdi bizim bu Çölde Çay filmi ya liseli bünyesine hoş gelmişti, ya hakikaten hoştu bilmiyorum ama neticede güzel bir çöl hikayesi, bol ve şahane çöl manzaraları ve buram buram oryantalizm kokulu sahneler vardı. Kahire Zamanı nedense Çölde Çay'ın yanında, bulduğum en uygun tabiriyle, tırt kalıyor. Dünyanın en klişe aşk hikayesini yine oldukça klişe bir biçimde anlatmış. Belki beyaz Amerikalılara ve Kanadalılara erkekler kahvesi, nargile, dansöz gibi öğeler enteresan olabilir ancak bir TC vatandaşı için hepten sıradan ve gereksiz. Yine de filmin yönetmeni ve yazarı olan Ruba Nadda Arap kökenli bir Kanadalı olduğundan özünü en batıya anlatmak istemiş diyerek geçiyorum. Yine de keşke sıkıcı ötesi olmasaydı.
Perfect Sense'e gelince, ah be güzel kardeşim, film yarım kalmış. Bir de temiz bir bilimkurgu çıkacak yerde kurguyu geride bırakan aşk hikayesi adeta risk almayalım olmuş. Yarım kalmışlığı da şurdan geliyor, 5 duyu var, 4 değil. En merak ettiğim yerde film bitti. 5. de yok olunca nolacak diye bekledim sonuna kadar. Sen git filmi bitir. Hayır Inception filan gibi kafalarda acabalar da bırakmıyordu ki kasten yapmışlar diyeyim. Neyse insanlar çok beğenmiş ben beğenmedim. Belki anlamıyorum bu işten belki muhalefet olsun diye bir his bir sapıklık içimde ne bileyim. Ama şimdi öyle ütopyalar, distopyalar ve bilimkurgular var ki sahiden bana şişirilmiş geldi. Aman neyse David Mackenzie'ye sağlık olsun. Kolay gelsin.
Şimdi kafam da öyle dağıldı ki, kendini yaşam koçu ilan etmiş bir tanısını koyamadığımın çıkmış Eyvah Düşüyorum'a İstanbul Aydın Üniversitesi denen kusura bakılmasın adı sanı duyulmamış bir okulumsunun insan kaynaklarından mezun olmuş, insanlar da buna gidiyorlar.
Sustum.
Teoman seni seviyorum.

4.4.12

bergman olmak

durduk yere kişilerin ruhsal durumunu iyilik halinden uzaklaştıran, kafasının karışmasını sağlayan, moralini bozan hareketler yapan, yapılmasını teşvik eden yahut duruma seyirci kalanların davranışları toplamına "bergman olmak" deyimini öneriyoruz.
bir sonraki bölümde de "cıvalı barometre denilen cihazı icat eden"* torricelli'yi ve nasıl torricelli olunacağını açıklayacağız.
*kaynak bire bir wikipedia, tek bir harf bile değiştirmeksizin.

28.3.12

teoman şarkılarının büyülü dünyası

söz konusu teoman şarkısıysa
 "bize gelsin" diyen adama aşık olabiliyorum.
sanırım zaaf...

baştan başlık.

şiirlerini okumak istiyorum. ama yok. en azından ortalarda yok. keşke olsa. aldığı nefes fazla gelir mi yahu insanın? hımmm. içim daralıyor. mevsimsel. mavisel. morsal. dorsal. pıh.

27.3.12

kendimi işe yaramaz gibi hissediyorum. şahane kötü bir hissiyatmış. sanki öyle iş olsun diye duruyorum gibi.
bitmiş gitmiş.
ölelim.

23.3.12

bazen nezaketin lüzumu yok

Sayın ....,
Ben psikolog Pınar Kurban. 17. Ulusal Psikoloji Kongresi düzenleme kurulu başkanı olduğunuz için ilgili konunun muatabının da siz olduğunuzu düşündüğüm için bu maili atıyorum.Ben yeni mezun bir psikolog olarak, lisans hayatımda olduğu gibi şimdi de kongreleri takip ederek yeni bilgilere ulaşmaya, akademik camiayla bir şeyler paylaşmaya, hızla gelişen psikoloji bilimini yakından izlemeye çalışıyorum. Kongrelerde yer alan çalışma grupları da teoriyi pratiğe dökme açısından güzel bir fırsat oluşturuyordu. Oluşturuyordu diyorum, çünkü ücretsizdi. Mersin'de düzenlenen kongrede sayın Yerlikaya'dan tam gün psikodrama çalıştayına ücretsiz katılabilme şansını yakalayabilmiş olduğuma bilmem artık şükür mü etmeliyim?
Gördüğüm kadarıyla başkanı olduğunuz kongrenin ciddi maddi kaygıları var ki ilk basamakta lisans öğrencilerinin kaydının dondurulmasıyla da açıkçası sezmiştik. Çalıştayların ücrete bağlanmasıyla da kendi adıma emin olduğumu belirtmek istiyorum. Bu durumun ne gibi bir savunması olabileceğini gerçekten bilemiyorum. Zira öğrenci kongrelerinde bile bu işler, çok samimi bir şekilde söylüyorum ki, daha iyi yapılıyor. Kongrenin birinci gününün adeta parası olanlara ayrılması oldukça enteresan. Çünkü programda başka hiçbir şey yok. Diğer günlerde ise 2'şer konuşmacı 2'şer panelle adeta geçiştirilmiş. Sadece bu aşamada biraz heyecanlı olduğuma inanmak ve programın henüz bu kadarının yansıtıldığını, geri kalan kısmınınsa ilerleyen dönemde genişletileceğini düşünmek istiyorum. Umarım gerçekten de böyle olur.
Eğer diyorsanız ki kaliteli konuşmacılar getirtmek, daha verimli çalışma grupları hazırlamak için böyle bir ekstra para talebindeyiz, o zaman keşke fikrimizi sorsaydınız demek istiyorum. Çünkü katılamadığımız ama "kaliteli" çalıştaylardansa katılabildiğimiz lakin "vasat" olanlarını büyük çoğunluğumuzun tercih edeceğine gönülden inanıyorum. Kaldı ki bugüne kadar yapılan ücretsiz çalıştayların oldukça kaliteli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Mailimin şahsınızla hiçbir ilgisi olmadığını, sadece düzenleme kurulu başkanı sıfatında bulunduğunuz için size göndermek durumunda kaldığımı tekrar belirtmek isterim
Bu tuhaf uygulamanın mütemadi hale gelmemesi dileklerimle.
Saygılar.
Pınar Kurban

Daha nazik, resmi ve kısa olamadığımı fark ettim elimden gelenin en iyisi belki şu:
Ey ademoğlu,
Bu kadar kapitalistliğin lüzumu yok!
Biteviye ve mütemadi.
Saygılar.
Fıstıkçışahap.

21.3.12

abuk sabuk saçmalayasım geliyor

beni bu blog olayına karıştıran blog kullanıcıları vardı, artık onların sayfalarına ulaşılamıyor. kızdığım bir şey bu. niye yani? bari insan şuraya taşındık der ya da kapattık der. yok hiçbir şey yok.
son bir yılda bir şeyler olmuş olmalı ki adam gibi yazan adamların külliyatı yok olmuş. eskilerden kim kaldık?
saatler saatler boyu dinlediğim bir kaç gündür duman mor ve ötesi hatta ceza hadise bile beni kesmedi. aradığım şeyler bunlar değil. lakin lizst de değil. ama ne? adele filan hiç değil. kusturana kadar çaldılar her yerde.
oha taş deodorant -her nasıl yazılıyorsa- varmış! allah allah. enteresan. nası bir şey ola ki?
tanrı varsa bu kafa karışıklıklarım için sözcüler yolluyor bence. geçen waffle yemeye oturdum, insanların birbirlerine anlattıkları şeyler günlerdir üstüne düşündüğüm şeylerdi. ama cevap yok. ikisi de ayrı kutpu savununca olmuyor. olamıyor.
yahu işte 23 yaşında insansın, düşünüyorsun elbette hayatta bazı şeyleri iyi mi ettin kötü mü ettin ne ettin? bunun içine 6 yıllık sevgilin de var, okuduğun üniversite de var, bölüm de var, erasmus için başvurmayışın da var, annene babana yaptıkların ve onların sana yaptıkları da var, okuduğun ve okumadığın kitaplarla izlediğin ve izlemediğin filmler de var filan filan. aşağına bakıyorsun olmuyor, yukarına bakıyorsun hiç olmuyor, muadillerin de kurtarmıyor. kendi içinde bir kıyasa gidiyorsun hiç çıkılmıyor içinden bilmem ne. iş bulup para kazanıp başka şehirlerde yaşayınca filan mutlu olacak mısın? sevgilini terk etsen ya da evlensen ne değişecek? annen baban hayatında artık olmasa ne halt edeceksin? yeniden üniversiteye gitsen eee? böyle böyle sorular canım kardeşim. böyle böyle sorular. işte git çay demle diyesinin geldiği anlar bunlar. anlatabildim mi?
efendime söyleyeyim, bir metin arolat vardı noldu?

18.3.12

Lars von Trier

O kadar sardım ki artık filmlerini filan kenara bırakıp bizzat adamı kafaya taktım.
Psikolog olmamdan mütevellit, adamın filmlerindeki ortak temalara bakarak çocukluğuna inmek istedim. Be kardeşim, insan her filminde mi -yani en azından benim izlediğim, Dancer in the Dark, Melancholia, Europa ve Dogville için konuşacak olur isem- insanlara duyduğu güvensizlikten bahseder. Mütemadiyen karakterlerimizin başına özellikle en yakınları tarafından bela açılıyor. Çoğu da kasıtlı. Gerek Dancer in the Dark'ta Selma'nın her sırrını açtığı kapı komşusu tarafından çocuğunun ameliyat parasının çalınması -hem de bin bir emekle kör haliyle biriktirilen bir paradan söz ediyoruz-, gerek Melancholia'daki bilimum ilişkiler, efendime söyleyeyim Europa'daki Kessler'in en büyük kazığı karısından yiyişi ve trajik ölümü son olarak da Dogville'de güzelim Grace'in "Herkes neyse ama insanın sevgilisi de bunu yapar mı?" dedirtecek cinsten hikayesi. Sevgili Trier, annen ile bebekken aranda kuramadığın bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ne yapayım elimde değil...
Bir de opera ile haşır neşir bir insan olduğu aşikar. Çünkü soundtracklere bakınca karşıma Wagner filan çıktı.
Bu adamı izliyorum.
Bir de not, Kieslowski'nin La Double vie de Veronique filminde bayıldığım ve Weronika'nın öldüğü sahnedeki müzik İlahi Komedya için yapılan opera bestesindenmiş, opera demişken. Elzbieta Towarnicka seslendirmiş. Bayan Towarnicka müthiş bir soprano imiş. İmiş diyorum, çünkü soprano ile mezzosopranoyu ayırt bile edemem. Ama saatlerce dinlenesi.
http://www.towarnicka.com/
Öyleyken böyle.

14.3.12

her ne gösterilecekse sen gösterme

Fransızlar ölüme mort diyor. Bizde çok kaba tabiriyle mortuyu çekti deniyor ölene ki bu kişi genelde moruk oluyor.
Şimdi çok alakasız bir şekilde Kieslowski (bu ismi doğru yazabiliyor olmama şaşırıyorum. tekrar tekrar kontrol ediyorum sahiden doğru mu yahu diye.) filmi olan La Double Vie de Veronique'e geçiş yapacağım.
Bakma cânım okur, ben de Fransızca bildiğimden değil. Şarkının sözlerini alt yazısından çıkaramıyorum yani ama en iyi ses sanki bu videodaydı. Her neyse.
Film bir aşk filmi bir seks filmi bir caz filmi bir müzikal bir şu bir bu diye bir ile başlayan bir kategoriye koyamıyorum. Sadece imdb'de "onu seven bunu da sevdi" kategorisi altında çıkan diğer Kieslowski filmlerinden başla şuna rastladım:
Filmi izlemediğim bir gerçek ama gerek bu kısa tanıtım filminden gördüğüm sahneler gerek fonda çalan indie tarzı müzikle filmden beklentim az çok belirlenmiş oldu. Naif, sıcak, samimi, dostluk dolu filan filan bir aşk filmi. Ama La Double Vie de Veronique ile ne yazık ki bir ilgisini bulamadım. Ayrı dünyaların filmleri yani. Konu belki benzerdir -işte yüzeysel bir bakışla müzisyen var, aşk var, güzel besteler var vs.- ancak anlatım bakımından kıyaslanamaz olduğunu düşündüm. Tekrar da söylüyorum Once'ı izlemedim, bir ara onu da izlerim, çok muhtemel de severim. İrlanda yapımı imiş zaten. Hollywood elinden çıksaydı da şuna dönerdi muhtemelen:
Kanımca bir filmi kimin yaptığının farkı burda ortaya çıkıyor. İçeriği benzer yüzlerce kitap var işte mesela. Emily Bronte'nin yazdığı aşk başkaaaa, onunla aynı yıl başka bi kıtada doğan Turgenyev'inki başka. Gibi gibi...
Edebiyatı bir kenara bırakırsak, Music & Lyrics filmini hemen hemen duymayan kalmamıştır. Once konusunda  çok fikrim yok ama onun o kadar da popüler olduğunu düşünmüyorum. La Double Vie de Veronique çeşitli çevreler ve sinema meraklıları dışında kaç kişinin ilgisini çeker, çekse de bunların kaçı keyifle izler  başka başka  konular. Lakin şu var, büyük bütçeli, dağıtım ağı sağlam, kolay tüketilen filmler ciddi bir hasılatla evine dönerken, bütçe daraldıkça, dağıtım zorlaştıkça, filmi tüketmek belli başlı izleyici yetilerine bağlandıkça otomatik olarak hasılat da düşüyor. E çok normal diyeceksiniz. Evet doğru çok normal, La Double Vie de Veronique 2 milyon dolar, Once 9,5 milyon dolar ve Music and Lyrics daha girdiği ilk haftadan 50 milyon dolar kazandırmış. (Bu arada diğer iki filmin toplam hasılatı o yazdığı kadar, ilk haftası değil)
Rakamları bir kenara bırakalım da asıl sıkıntıya gelelim. "Haydi sinemaya gidelim." dediğimiz bir günde gidilecek salonlar belli başlıdır. İzmir için Forum'dur, Pier'dir (Pier dediğime bakma Cinebonus sineması), Agora'dır dır dır dır. Buralarda da bizi müthiş ağlatan, eski sevgililerimizle yaşadıklarımızı anımsatan, belden aşağı "komedi" ögeleri içeren yahut vatani duygularımıza hitap eden Türk yapımı filmler ile Hollywood menşeli olanlar bizi bekler. Araya kader bu ya bir iki tane farklı film ayda yılda bir çıkabilir, belki. Sonra önceden film seçilmedi ise bir film seçme telaşı başlar. Bazen 7-8 bazen 4-5 filmden birinin seansını da uyduracak şekilde seçeriz. Keyfe  keder "popcorn"larımızı da arkadaşlarımızı aldığımız gibi yanımıza alır, en az 30 dakika süren TV'dekinin on katı uzunluktaki reklamları izlemeye başlarız. Film başlamadan popcorn biter, zaten pop olan her şey çabuk bitiyor, neyse. Film arasından sonra bir reklam kuşağı daha. 3 saatin 1 saatini reklama, 15 dakikasını araya 5 dakikasını ıvır zıvıra verdikten sonra çıkar gideriz.
Filmi seçen kim diye sorarak başlamak istiyorum. Gerçekten dünya üstünde o aralar 8 -hadi 10 tane diyelim- film mi yapıldı? Yoksa sizin izlemenizin uygun görüldüğü filmlerin toplam sayısı anca bu mu?
"Ben bunu giyeceğim bana ne!" diye inat dönemindeki ağlayan çocuğu kandırmak için annelere şunu öneririz: "Sen 4 tane kazak koy önüne, o da kendi seçiyormuş gibi dördünden birini giymeye ikna olacaktır. Çocuğun önüne bütün gardırobu koyarsan kış günü askılı kollu da giyer, parmak arası terlik de!" Bu analojiden de anlaşıldığı gibi 4 yaşındaki çocuktan farkımızın kalmadığını belirtmeye gerek var mı? Yok.
Aldığımız popcornların da fahiş fiyata olduğundan tut da kasten bol tuzlu yapılarak 2 katı fiyatına satılan sulara dadanmamızı sağlamaları ticaretin emri.
Reklamların bitip tükenmezliği ve sinir bozuculuğu herkesin yakındığı lakin çıkınca unuttuğu bir mevzu. İşte sinema salonları öyle büyülü ki sandalye üstünde Kieslowski izlemeye benzemez.
Ayın cânım sinema severler. Alternatif mekanlar arayın sizlere daha iyi filmleri daha ucuza hatta bedavaya gösteren yerler var ülkemizde. Reklam yok, popcorn yok. Bazen kahve var.
http://web.deu.edu.tr/desem/n_guncelfilmler.php
http://ebrukepsutlu.blogspot.com/
http://www.izmirsanat.org.tr/sinema.asp
http://ellinciyilkoskufilmleri.blogspot.com/
bir de yazları havagazı fabrikası, yeniden sinematek gösterimleri var.
Benim bildiğim, İzmir'de olan...
İyi seyirler.

12.3.12

europa

bu aralar lars von trier izleme merakı içinde olduğumdan melancholia'dan sonra europa'ya geçiş yaptım.
esasında lars von treier ile tanışmam dancer in the dark ile olmuş. olmuş diyorum çünkü filmi yapanın yönetmen olduğu bilincini çok geç edindim. -büyük utanç- björk ile tanışma anım da aynı filmle olmuştu. o da çok geç gerçekleşmişti. o da ayrıca yazıktır.
her neyse, ekşisözlük, pek çok blog, wikipedia yahut imdb'den bulabileceğiniz ıvır zıvırları buraya yazmanın manası yok diye düşündüğümden işin o kısmını geçiyorum.
burdan gerisi de spoiler dediğimiz cinsten olacak. önce filmi izleyeyim diyenlere şu noktada veda edelim. izleyince bekleriz.
velhasıl, film hipnotik bir açılışla seyirciye merhaba diyor. sonra tüm film boyunca bu etkiyi üstünde hissettiriyor. "you're going deeper and deeper." o kadar derine gidiyoruz ki hakikaten hiç ummadığımız anılar çıkıveriyor bilinçdışımızdan. filmde süregiden kasvet havası ve ara sıra bizi sarsan kitschler mevcut. öyle ki bazen sırf biz değil oyuncular bile bakamıyor vaziyete. ayrıca tam da can alıcı yerlerdeki renklendirmeler durumu hayli destekliyor.
bir de izlerken nedense hep hitler'in intiharına kadar olan almanya'yı gördüğümüzü düşündüm. öyle ki aklıma bile gelmemişti sonra noldu peki almanya'ya diye soruvermek. izlediğim ilk savaş sonrası almanya filmi oldu özetle.
idealizm yanlısı, hümanist amerikalı baş karakterimizin kendini, eski vahşi yeni zavallı alman halkına şefkat göstermek üzere heba etmesinin hikayesi içler acısı. sanırım katherina olayı güzel özetliyordu, "hangi insanlar için? burda hepimiz savaştan çıkıtık, herkes kendi hayatını kurtarmak için birbirini öldürdü." zaten çocukların bile suikastçi olduğu bir durum söz konusu. açıkçası bu adamı anlayamadığım bir gerçek, zaten kimse anlayamıyor film boyu. ahlak yasalarının en üst düzeyinde, evrensel ahlaka ulaşabilmiş naif bir delikanlı mı? artık abd kafamızda öyle bir yerde ki ordan böyle adam çıkabileceği inancında olmadığımdan doğan önyargı mıdır nedir, böyle bir insan olamaz diyorum filmi izlerken. diğer yandan adam yarı alman, yani soykırım yapmış bir milletin çocuğu-yani henüz yapmış. nereden tutarsan tut olmuyor. bu iyi niyet nereden geliyor diyor insan? bakarsan ikinci dünya savaşının en eli kanlı iki ülkesinden bahsediyoruz. belki de hata bizde, karşılıksız şefkatin varlığını unutmuşuz. lakin sayın kessler, annesi misin almanya'nın?
kessler'in ölümü de ayrı trajedi, ölmeden önce eline aldığı taramalı tüfek de. kurtarmak istediği insanları vurmak üzereyken sulara gömülen trende onu son gören adam bile kurtarmıyor. iş işten geçtikten sonra açılan kapının da çok manası kalmıyor. zaten hep iş işten geçtikten sonra olanlar daha bir hüzünlüdür.
bir yandan kenan ışık'ın açık olduğu bu geceden kafamı çok da toplayamayarak yazacaklarım böyle.
filmi izledikten sonra aklıma gelen ilk şey, güzel bir yaz günü deniz kenarı gazinosunda yusuf'la bira içip pide yediğimiz gün oldu. çoktan unuttuğum bir anıydı. filmin hipnozu işe yaramış olmalı dedim.
"şimdi ondan geriye sayacağım ve bittiğinde ölmüş olacaksın." içimizi kıyan, nefesimizi daraltan an da bu andı herhalde....

10.3.12

can gox

Dün-lük sahibesi güzel insanın da geçenlerde paylaştığı Can Gox'tan Haydar Haydar meselesi var. Önce nedense Hayko Cepkin söylüyor zannettim. Sonra Dilek yazınca anladım ki Can Gox imiş. Böyle olunca Can Gox'un hayatımızdaki yeri ve önemi diye ayrı bir başlık oluştu. Ama açıklasan açıklanmaz öyle bir şey. Neyse.
Şimdi daha yazacaktım amma kaynadı gitti. İş güç hayat.

8.3.12

I myself hate marriages

canım mı sıkılıyor, ne oluyor, nedir? yazmıyor muyum yazamıyor muyum hangisi doğru? iyi de yahu problem nedir, desen sen mesela, ne cevap vereyim ki?
yıl-lar-dır sürüp giden aynı muhabbetler. gidip de derse girmedim, hep sorun çıkıyor hal böyle olunca -peki ya o  a'nın üstünde şapkası n'olacaktı?- abuk sabuk hayata bile dair olmayan bir takım  zırvalarla beyin yoruyorlar. ha bu arada, söylemiş miydim, ben üstün zekalıyım?. -bak yine a ve şapkası, gördün mü?-
sen şimdi diyeceksin, sevgili insan, nedir bu saçmalıklar? bazen öyle haller var!... ki, insanın her şeyi bırakıp baştan, yok başını geçtik çoktan, ortadan başlayası geliyor. insan ömründeki en stabil ve normal = güvenli -kısmen- şeyden  bile vazgeçer. nasıl anlatayım?
ben aslında seni özler ve severim. ama bazen abartılı benzetmeler ve kurulabilecek hayli uzun cümleler bile yok. o zaman ne için gideyim ben?
o, oturup da dünyanın en trajik mevzuunu -kaç u olmalıydı şimdi bu kelimede?- öyle sıradan bir cümle ile bağlar ki, ne diyeceksin yani? hayır zaten umrunda mısın, o da ayrı konu. yıllar geçecek ve diyeceksin yine: "ne saçmalık!"
kimsenin virgina woolf'luk oynama, haşa, ne haddi var?! -yine a, yine a- ama bazen de olmuyor. bak  bu şarkı çok güzel: misread - kings of convienience ama insan bir gün oturmayı reddettiği koltuklarda bulabilir kendini. belki öyle belki böyle.
olası bipolarsam elden ne gelir? bir meslektaşa gidip bir kaç tanı satın alsam, eee? elektroşok hâlâ -bu kez kesin şapkalı!- varmış. korkarım. zaten severiz hasta olmayı. çok marjinal çünkü.
iyi de, sene bilmem kaça dönmek mümkün bile olsa, ben emin değilim işte bu sonuçtan memnun muyum neyim. oldukça hoş adamlarla tanıştım da, evlilik neyin nesi? al bu da nokta:
hadi eyvallah.

4.3.12

melancholia

(...)çünkü akşam evine gittiğinde artık o kahveyi içemezdin. ama foucault işte al oku. itiraz etmez.
bu arada ben bu filmi çok sevdim. belki persona'dan sonra en çok bunu sevdim. belki öyle çok çok ilginç sevilecek bilmem ne bi film olmayabilir ama çok sevdim. desem'de film değişmeden tekrar gidip izleyebilirim bile.
zaten lars von trier ne çeşit bir adamdır onu da bilmiyorum. danimarkalı ve bergman'dan da etkilenmiş. bütün diyeceğim bu. ama bunu wikipedia'ya baksan sen de bilirdin. asıl konu melankolinin zaten bu kadar anlatılabileceği. evliliğin zaten bu kadar anlatılabileceği. insanın içi dışına çıksa en iyi çıkacak sonucun bu kadar olabileceği.
bir de kirsten dunst'ı scarlett johansson'a benzetme hikayesi var. o apayrı.
(...)
ertesi gün gelen edit: meğer dancer in the dark da trier'inmiş.

19.2.12

artık iş işten çoktan geçtiğine göre, e iyi ya, pişmanım. hep sorduğun sorunun cevabı bu. nasılsa artık, neyi değiştirecek?, diye sormak manasız, bir şeyi değiştireceği yok!
seni ben sevdim, seviyorum da. hatta oldukça çok. sadece birazcık olsun dediklerini inandırıcı bulamadım. hala da bulmuyorum, yalan değil.

17.2.12

damdan dama atlar yar in aşağı tut beni

sevgili blog yazarı dostlara da merhaba, yorum yapmasam da okuyorum ben blog yazılarınızı. söylemem lazımmış gibi hissettim.
bu arada suriye ile tam 13 adet sınır kapımız olduğunu biliyor muydunuz? ya. insan kpss'ye çalışırken çok enteresan gereksiz bilgilerle doluyor.
çok acayip rüyalarla boğuşuyorum ama anlatsam olmaz yani içimde patlasın.
sevgililer gününüz de dilerim mubarek geçmiştir.
mütemadiyen aç olduğumu söylemiş miydim?
bugün de eskilerden bi arkadaşa daha uyanır uyanmaz çok pis saydıracaktım şöyle rezilsin böyle kepazesin diye, iyi ki de saydırmamışım. sil gitsin değil mi ya polemiğe ne lüzum?
sevgili ege üniversitesi, genç arkadaşlarımın dediğine göre abuk sabuk şeyler yapıyormuşsun, aslında sen hep öyleydin de bu arkadaşlar anlamamışlar daha çünkü sebebi içinde saklı: gençler, mazur gör, hor görme.
şu anda aldığım bir habere göre hilal cebeci beynini bağışlamış. beyin nakli mi var? olsa hilal cebeci'ninki ne derece tercih edilir? -şahsen ben şu anda değiştirirdim, o ayrı.- filan filan.
be vicdansız be allahsızın kızı be nankör kedi, 17'den 20:15'e kadar ders mi olur? 20:15 ne ya? akşam yemeğini de verecek misiniz? hı?
hilal cebeci de biliyor ya nakil olmayacağını hadi hadi beni yemesin.
patron seni hiç sevmiyorum ama evlenelim dersen olabilir, diye şarkı yazan ve o şarkıyı paylaşan muhterem ne muhterem bir muhteremdir, onu dinleyen ne şanlı bir şanlıdır.
türkiye'de gişe rekoru recep ivedik'te imiş ben de bu 14:53'te ilk gösterimi yapılan 1453 olayı ile bunu öğrendim. 17 milyon dolara 1453. hay allahım hangi birine üzüleyim. hollywood'un filmi satın almak istemesi de apayrı konu. bak sevgili okur, ben bu filmi izlemedim, muhtemelen de izlemeyeceğim, ivedik'i de izlemedim, çünkü skeçlerini de sevmezdim. ama 17 milyon dolara çok sayıda film yapardınız, van'ı baştan kurardınız, çok sayıda insan okuturdunuz, kütüphane kurardınız filan yani. çok mu lazımdı şanlı kanlı türk tarihini kameraya çekmek? illaki sinema sektörüne bir katkım olsun diyorsanız amatörce film yapma çabası içindeki insanlara kamera filan dağıtın güzelinden güzel kardeşlerim. ve ivedik'ten bahsetmiyorum bile. bahsedicektim de vazgeçtim. değmez.
bir de çok eski bir siparişi yerine getireyim. efendim fi tarihinden kalma bir tozlanmış bilgimden anımsadığım kadarı ile hindistan'da idi ama şimdi spesifik bir ülkeyi de zan altında bırakmak  istemem kendi şüphemden ötürü. merak eden google'a sorsun. ben sormuyorum çünkü abuk sabuk görseller göreceğime sormam daha iyi. işte ülkelerden birinde -masal anlatırcasına oldu  bu da, neyse- kadın sünneti denilen bir olgu var. yapılan şey de kadının haz bölgesi olan klitorisi kesmek. neden çünkü kadın haz  almasın sadece çocuk yapmak için sevişsin diye canım kardeşim. ya. özellikle sosyolog arkadaşların bunu çoktan bildiğini biliyorum ama bilmeyen de bilsin. gerçi bilse de napıcak yani? ayrı bir konu. kimse kimsenin cinsel organını kesmesin arkadaşım mı desin? biz de erkekleri kastre mi edelim şimdi mi desin? ne desin? en fazla yürür. onu da anlayıp katılacak adam bulamayabilir. zaten artık yürümektense twit atmak entry girmek status değiştirmek daha etkili eylem planları oluyor. bu da çok alakasız  başka bir mevzudur.
son olarak da değerli facebook kullanıcıları, üste bir meslek yazıp  altına da türlü çeşitli fotoğraflarla "what my family thinks" "what my friends think" "what my puppy thinks" "whay i actually do" konseptli şakaları bir kenara bırakın. çok sıkıcı!
göya bişi yazasım da yok idi.
iyi geceler güzel düşler.

15.2.12

işsize her gün pazar

sia güzel.
jared diamond ne yazık ki ilginç değil. ama en azından akıcı.
açlık kötü şey.
bugün saatleri hep simetrik yakaladım, kim beni bu kadar düşünebilir?
kötü kötü rüyalar görüyorum of of.
kadıköy.
hep bütün kitapları sonuna kadar okuyamıyorum. öyle kalıyor. çok kötü alışkanlık edindim bence.
beth gibbons & rustin man de güzelmiş ama.
artık lastfm'e abuk sabuk olmayan yollardan girilebiliyor mu nedir? ya da üniversitenin zımbırtısından girdim diye mi emin olamadım.
14 şubat da dündü. opera balenin konseri güzeldi. çabucak bitiverdi.
ne sundaymiş...

2.2.12

KAR!

Bu blog yazım sadece tarihi bir olayı kayıt altına almak içindir:
İzmir'e kar yağdı uleyyyyn! Hatta yağmakla kalmadı, tuttu!
Daha tarihi ne olabilir ki?

28.1.12

keşifler

mircan kaya öyle güzel ki, iyi ki rastlamışım.
http://www.myspace.com/mircan

26.1.12

24.1.12

şanssızlık

bende şans olsaydı, izin alınabilecek bir hocaya denk gelirdim. öyle saçma ki.

21.1.12

oda toplamak kafa toplamak gibidir, zordur.

birkaç gündür hrant dink'ten aziz kocaoğlu'ndan filan bahsetmeyi düşündüm, sıkıcı olmak adına. sonra çeşitli gazetelere ve sayfalara yorum yazıp daha fazla bir şey söylemek istemeyecek hale gelince durdum. bi yandan ne desen boş aslında. sinir bozucu, iki kelimelik özetiyle.
odamı toplamak gibi bir saçma girişimde bulundum, daha da dağıldı. yıllarca birikmiş uykusuz'larımı çöpe mi atayım evde mi tutayım bilemedim. aslında açıp okumuyorum bile. hatta hemen hepsi nette de var. yine de kıyamadım. yollanmamış mektuplar buldum geçmiş yıllardan kalma. dünyanın gerçekleriyle karşılaşmadığım için bolca atıp tutabilmişim. çok  naifti. kimisi de senelerdir aynı mevcut çelişkilerde olduğumu gösterdi, ki korkunçtu.
uyku ve unutkanlık mı demişti bir şair?
sürüklenerek gittiğim "şahane normal insan yaşantısı" içimi çürütüyor. beynimi yavaşlatıyorum.
bak yine your life is joke çalıyor. çok manidar.
eskiden güncem vardı. açıp okumaya korkuyorum artık. içinde ne var ne yok umurumda bile değil. sanki başkasının yaşamıydı, öldü, arkasından bir kaç defter kalmış bir ikizim vardı, artık yok.
sanırım temsili diplomamı alıp nuri hoca'ya sarılıp tutamadığım bir ağlamayla sarsıldığımda bi çok şeyi arkamda bıraktığımı içten içe hissetmiştim. çünkü artık en başta sorumluluk denen artık can sıkıcı gelmeye başlamış şey kesinlikle keyfiyete bağlı değil. eskiden, yani canım istediğinde istediği kadar sorumluluk alabilme özgürlüğüm varken, büyük bir keyifle yüklenirdim. artık angarya geliyor. zorunlu çünkü. hep böyle bu. ya zaten yapmış olmalı, ya da keyfe keder. orda öyle, şimdi yerde duran kağıt kitap poşet yığını gibi toplanmayı beklememeli.
gidilebilecek o kadar çok ülke var ki...
ve odamı topladım. ne mutlu.

15.1.12

çeviri yapıyorum. ama sıkıcı. bütün kelimeleri bilseydim ve kalıpları tabii ki daha eğlenceli olabilirdi. şimdi ööööyle bir şeyler çeviriyorum.

11.1.12

habibo

hayatta kimseyi üzmeden yaşa bakalım. hadi.
ve üzülme. ama hiç.
yok böyle şeyler.
ben mektuplara yazılanları unutuyorum, mektup yazanlar beni unutuyorlar. yaşamda bir unutmacadır sürgit.
insanın el yazısı sevdiklerinin el yazısına benziyor. bence böyle. en azından benim için böyle.
Sezen Aksu - Yeter
etrafta karışık bir çok şey, içinden işe yarayanları çıkarıyorsun, sonra artık onlar da işe yaramıyorlar.
bir insana, senle konuşunca işlerimi yapamıyorum, dememek gerekir. doğrudan doğruya zaman kaybısın anlamı içerir ki çok kırıcıdır.
geceleri otobüs yolculukları camdan akan ışıkların büyüsüyle kaplıdır. ama gecelerden korkarım yine de.
yazı pek sevmem ama şu anda yaz olsun istiyorum.
bazen işe filan girmeyip, evlenmeyip, ailemle yaşamak istiyorum. ama onlar ölürse ne yapacağımı bilemiyorum akabinde.
hala elektrocution'ın your life is a joke adlı parçasını paylaşmak istiyorum. hala yok. gerçi bir günde gökten inmeyecekti zaten. beklentileri makul seviyede tutmalı.
sıkıldım ve sıkılmadım. dışarı çıkmaktan hiç keyif almıyorum artık. annemin aramasına gerek kalmıyor. dönüveriyorum eve.
bö.
okuldan insanlar kck'dan tutuklanmışlar. kızı tanıyorum. tanımasam da fark etmezdi. ne ilgisi var?

salınım

the elektrocution adlı grubun your life is a joke adlı parçası öyle güzel ve öyle yok ki size dinletemiyorum. musicovery'nin bir kötü yönü bu işte. parçayı paylaşamıyorsun. ya da ben nasıl olduğunu bilmiyorum.
sözlerini de yazayım tam olsun:
Your Life Is A Joke and it's not even funny. 
Trust me I've got a good sense of humor through.
At least that's what everybody seems to say.
I've been trying hard to find reasons not to despise you.
I'm so glad no to be you. 

Your Life Is A Joke damn too serious or you must have a weird sense of humor then. 
Somebody please tell me, how can anybody be envious.
I've been trying hard to find reasons to laugh at you
and if I smile every time I see your face 
it's just because I'm glad not to be you.

9.1.12

Jean-Luc Godard izleme günleri

İşte mesela 09.01.2012 böyle bir gün.

6.1.12

kargo meselesi

dünyanın en pahalı kargosu mng sonra aras sonra yurtiçidir. ben gidip mal gibi mngye verdim. ay ne saçma.
ptt kaça yollardı ki?

4.1.12

2012'ye nasıl girdik? ve sonrası

vallahi diyecek pek de şey yok. girdik. kimin kime girdiğini takribi 360 gün sonra yani tam bir çemberi oluşturmanın civarında görebileceğiz-açısal bazda değil bizimki.
2012'de teoman müziğe geri dönsün. amorti çıkmadı, 500 tlyi bir rakamla kaçırdım, olabilir. bunları sineye çekerim. ama bari teoman dönsün. çok mu zor?
yeni yılın ilk gününü yine küçük parkta geçirdik. değişen bir şey olmadı. trivia oynadık. şimdi de ikinci günündeyiz. neticede saat 00.49 yani. evet.
akşam saat 7 civarı akşamdan da değil dünden kalma kızlar geçtiler. çünkü aklı olan o havada mini etek, parlak ince kaçık çorap, topuklu ayakkabı giyip üstüne mont da almamazlık etmez. ikisinin görünürlerde çantası da yoktu. kim bilir başlarına ne geldi. kurduk.
hava oldukça soğuk, trafik hala sıkışık, her yer anababa günüydü. sanırsın forum'da yılın ilk günü her şey bedava.
altı üstü dünya isa'nın doğumundan bu zamana bir kez daha döndü. (isa'dan önce de dönüyordu gerçi.) biz de abarttık. tek bir şişe bira içtik. ama 5.30'da eve döndük. var öyle şeyler.
ve şahsen çok içen insanlara kahkaha attığımdan onlardan daha sarhoş gözükmüş olabilirim.
işte böyle durgun, komik, acıklı, heyecanlı, sürprizli, muzır, çirkin, zevkli, acılı yani hayatın tam da kendi gibi bir şekilde yeni yıla girdik. zaten hep öyle değil midir?