30.5.13

ben parkları severim

ben taksim'i de severim. taksim'i o şekilde bu şekilde şu şekilde düzenleye düzenleye düzenleyemediler de çukurlarına insanlar düştü.
hayatta her şeyimiz alış veriş merkezi olsun ki biz insanlar tüketmek tüketmek tüketmek... tüketmek "y kuşağı"nın (bu aralar çok popüler ya bu terim) sorunuyduysa eylemi neden onlar yapıyorlar da daha ılımlı ve kıymetbilir bir kuşak başka işlerle uğraşıyorlar.
şimdi bu taksim gezi parkı düşerse, tıpkı eğitim sisteminin değiştirilmesi eylemlerinde olduğu gibi, tıpkı diğer bir sürü eylemde olduğu gibi, ben bu insanların umudu nereden geliyor anlayamamaya devam edeceğim. bir de luther nasıl yapmış da olmuş onu da anlayamayacağım.
insanların çadırlarını yakmışlar. insanların. çadır. yakmışlar.
onlar ağaç ve insan ve çadır ve bir kaç kedi köpek. öyledir, parklar öyledirler. çocuklar koşar, insanlar sohbet eder, yaşlılar dinlenir, geceleri içilir, her daim neden geldin demez de bekler park. ben, parkları çok severim. dünyada parklar gibi misafirperver hiçbir yer yoktur. okur yazarsın parkta. seyyar bir çaycı da varsa, ne keyif ama! parklar böyledir. çimenlerinde yayılınılır, aşık olunur parklarda, evsizler oralarda uyurlar. hatta bazen evi olanlar bile parkta yatar.
hiçbir kimse anasının evinde böyle rahat etmemiştir.
şimdi bir park var, çok merkezi diye, bütün suçu bu. işte bu yüzden yok edilmeyi hak ediyor diyorlar.
eğer central park gibi bir yer olabiliyorsa, dönülüp bakılmalıdır.
lafa gelince maneviyatın mühim mesele olduğundan dem vuruluyor. karıncayı incitmemenin erdeminden, allahın yarattığına dokunmamak gerektiğinden... ağaç onlar ağaç! öylece yaşar gider ağaç, y a ş a r!
ağaçları, parkları, taksim'i artık, bir zahmet, rahat bıraksınlar.
çünkü parklar gibisi yoktur.
biraz nefes bırakın,
biraz özgürlük.
zor değil.

28.5.13

n'aber?

yaşadığına çok seviniyorsun sonra yine öyle bir sinir ediyor ki endişelendiğine küfür edesin geliyor. yea boş ver kızım bunları. hay allahım ya rabbim. ya bırak bunları ablacığım. vallahi.
aç kitabını oku, işine gücüne bak, git buca'ya taşın, gez dolaş, para harca, nedir yani? sonra söyleyince komik oluyor. hakikaten de öyle.
bir an fazla ileri gittiğini düşünüyorsun sonra az bile demişim diyorsun allah hepimizin belasını versin.
ulan sen mi kurtaracaksın o mu ötekini kurtaracak. bu blogda 9852 kez dedik ki, kimse kimseyi kurtaramaz. şimdi bizzati sen dahil herkesin manyakça bir intihar eğiliminin olduğu tuhaf bir insan grubuyla yaşıyorsun, sonra postmodern yaşayan sen oluyorsun, hacı nasıl işler bu işler?
iyi neyse hala cümle kurabiliyormuşum, performansımdan bir şey eksilmemiş. gerçi, neyse en azından yazın güzel,e indikse de pek bir farkı yok bu ikisinin. hay amına koyayım sayın seyirci, kafka mıyım lan ben? ha? shakespeare miyim? değilim. değilim ulan. olaydım iyiydi.
çıkalım bütün bunların içinden ve gündelik şeylerden söz edelim böyle bülent ortaçgil'in light albümü gibi olsun. gerçi onun da sırf adı light.
n'apıyorum abi ben, ha? ya da n'aptığımı zannediyorum? gidip şu belarus'daki "are you fucking killing me?" diyen kızla mı evlensem? hayır sırf lars von trier seviyorum diye hani. olacak iş değil. ama oluyor. yapmış olmuş.
işte böyle anlarda dönüp yaşadığın aşırı kontrollü düzenli hayatı sorguluyorsun, sonra geri dönüyorsun. dönüyorsun çünkü dönmelisin yani sen de başka türlüsünü yapamazsın. such a lame. you know? bıraksalar alkolik filan olur işe gidemezsin. (aslında bıraktılar ve bunlar olmadı ama o zamanlar bu kadar içebileceğinden bi haberdin.)
ya belki de sen o kadar hiçbir şeyinden memnun değilsin ki, millet de olmasın diye çabalıyorsun. yine de psikoterapiyi reddetmeye devam edeceğim.
ağzıma yapışan yavşak "yea boşver n'olucak." nereden geldi? bilip de bilmezden gelme sanatı vardı sanki yea neydi o? bilemedim şimdi.
ben birinden çok sıkıldım ama öbüründen de çok sıkıldım. belki kendimden sıkılmışımdır ona da emin değilim. ama bu kez gerçek anlamda anlamsız olacaktı. zaten rüyamda ruh eşimi buluyordum, daha doğrusu babam buluyordu bana, sonra biz mesajlaşıyorduk filan, herifin çok enteresan kuralları vardı, hatta belki herif bile değildi, ama bir şekilde çekici geliyordu vs. şekli şemali nedir elleri sıcak mıdır terli midir bilemeden uyandım. sonra bu belaruslu kız çıktı işte, vay woody allen mı hay amına koyiim trier vay anasını filan dedi. rüyam çıktı bir şekilde. hep ne varsa bu 93'lü kızlarda var zaten, gerisi yalan dolan, gerisi hikaye.
gittikçe ağzımı bozarak nereye varacağımı zannetiğimi ben de bilmiyorum ama her şeyden sıkıldığım bir andayım. yemişim senin de onun yüzüne bakamayışını bununla oturamayışını. al, n'oldu, artık benle de konuşmuyorsun. adamın biri böyle durumlarda tüm sakinliği ile ayakta alkış tutardı. işte aynı ondan gelsin. hoş ben senden de sıkıldım.
herkes de benden sıkılsın. evlerine gideyim, niye geldin siktir git, desin. o kadar kaba olmadılarsa da nezaketli reddedişleri olmuştu çok da yalnız hissetmiştim. o kadar üzülmüştüm ki kendimi mediko'nun psikologunda buluvermiştim. o da o kadar mal çıktı ki allah onun da belasını versin.
işte ne istediğini bilmeyince böyle oluyor. bütün bunlar istiflenip istiflenip bir yerde girecekler ama nere ora ve ne zaman? bekliyorum.
şimdi saat de geç olmuş, uyumak da istemiyorum ama uyusam da iyi olacak gibi.
ahmet yesevi gibi inzivaya mı çekilsem n'apsam, bilemedim. bir ömür sadece ekmek alacak kadar param var nasılsa, olabilir yani. zaten en güzeli bir kilisede rahibe olmaktı. yanlış coğrafyada doğduk.

26.5.13

3-2-1!

bir şeyleri, birilerini ya da temelli bırakıp gidilesi noktada camı açıp çığlıklar atmak. şahsi kanırtmalardan sonra yüzsüz gibi bir de yapacağın işe bak. 
sabaha kadar oturup geceye kadar uyuduktan sonra hayata kaldığı yerden devam edeceksin. postmodern düşünüp kaygan zeminde, hatta zeminsizlikte, öylece yürüyormuşum.  
gideceğim diyorsun, gideceksin, git. hiç kimsenin kimseyi durduracağı yok pek. zaten böyle şeyler filmlerde olur.
postanelere uğramadaki şevkimizi yitirdik, doktor. bizim çocuk çok zeki ama çalışmıyor.
sahi, ben modernizmden hiçbir şey anlamadığım gibi postmodernizmden de anlamam. anlamadığım bir şey nasıl olabilirim? bu bir övgü müdür sövgü müdür kim bilir.
bulut, sevgili bulut, sayın bulut, bulut'cuğum, bulut bey... paralel evrenlerde sıfatını kaçırdığım andayım. bir şeyleri sürekli "fazla" yaptığım için özür dilerim. o şeylerin de isimleri yok mesela. sen okudunsa anlarsın.
artık eğlenceli ve komik şeylerden bahsetmiyoruz, dün dedim ki, evimde pek az şiir kitabı vardır ve bunlar benim içimi filan açan cinsten şeyler de değillerdir.
lorca- öldürüldü
emily dickinsaon- intihar etti
nilgün marmara- intihar etti
orhan veli- çukura düşüp öldü
zaten ben şiirden de anlamam.
etrafında bir avuç insan var ve sen kötü davranıyorsun. silkeleyip kalana mı bakıyorsun?
sen bunu daha önce de yapmıştın ama bilinçli değildi.
şu insanoğluna bir bak/ne etik kalmış ne de ahlak
bir hikaye anlatasım var ama başını sonunu çıkaramıyorum. belki sonra...
son dediklerimin denmemesi gerekiyordu galiba. bunlar incitici olmuş gibi duruyor. uyarmışlardı. ama reddedildi. ben ne yapayım deyip sıyrılmak kolay.
uzatmayalım.

24.5.13

"Sözcükler sürer yüzüne/Gül cezası"

Nilgün Marmara'nın Kırmızı-Kahverengi Defter'ini pdf olarak bana Dilek yollamıştı, çok oldu. Dün biz Alsancak'ta Arkadaş Zekai Özger'i anarken birileri ölmeye devam etti. Sonra ben eve döndüm.
Ben Gül Mevsimidir'i okuyamıyorum Gonca. İtalik harflerle karşılaştığımdan beri bir türlü okuyamıyorum. Üzgünüm. Belki sonra,                    belki sonra,                   belki sonra...
diyerek ne çok kitaplar yarım bıraktık.
Anlattığın şeylere alamadığın cevapları bekliyorsun, bu biraz sıkıcı bir iş oluyor.
Ben aslında daha da yazardım, hem de nasıl yazardım, hala da eksik kalan şeyler vardı, mesela daha çok aşağılamalıydım kendimi, öyle ya, hep seni mi üzmeli? Ama bu yazıp çizme işi bağımlılık yaratmaya başlayacak ve ben o 80 sayfanın her bir milimetre karesini doldurduktan sonra ya yeni bir defter alma ihtiyacına düşecek, ya da günlük rutinlerde bir aksaklık, bir boşluk hissedecektim. Bazen kesip atmalı.           Sonra sana onu vermenin bir anlamı kalır mıydı? Şimdi oldu mu? Bilmiyorum. Söz konusu sen olunca, emin olamıyorum, emin olamıyorum söz konusu sen olunca, sen, sen, sen...
Sen, incelikle işlenmiş beyaz bir mermerden yapılma heykel gibisin. Öylece bütün gün ne kadar özenli yapında seyir etmek. Ama estetik zevklere pezevenk midir heykeltıraşlar yani? Zaten böyle bir şeyi istemek zır delilikse de sen çekmedin mi saatlerce saatlerce yürüyen ve giyinen ve soyunan ve çimenlerde yatıp uzanan bir Dengesizin filmini? Bir de efendi, bir de kaba, bir de pornografi öz anlatılar izletmiştin, hatırladın mı?
Oysaki neler izletmiştin.
Şimdi hala, yıllar yıllar sonra, bütün bunlar hakkında, birdenbire gibi görünen ama değil, konuşmalar niye? Aslında külliyata baksan ayak bileğin kendine takılır.
Benden bir şey isteme!                          din ki........................ İsteseydin, keşke isteseydin.
Bir yerde Besame Mucho çalıyorsa aklıma Tezer Özlü gelir ama, çalmasına da gerek yoktur hani. Ben hiç tanımadığım o kadını özlüyorum. Belki tanışsam hiç sevmezdim. Ne bileyim. Nereden bilebilirim ki? Kuş Yuvası'nda bir ağacın altında imiş mezarcağazı. O kadar yazar şair aynı yerde! Sağcısı, solcusu, eşcinseli, militaristi, Kürdü, Hicazkarı. Hicaz karı. Hicaz kanı. Belki de asıl barış mezarlıklardadır. İnsan soluk alabiliyorsa kınayabilir, ayırabilir, üzebilir gibilerinden şeyler.
Her yaşlı, bende yaşanmış seksler anımsatıyor. Merak ediyorum, nasıl? Bak hep bunlar bilinmeden bir sürü babaanne toprak altında şimdi. Halbuki bir zamanlar etine dolgun ve sıcaktılar. İsteyerek ve istemeyerek hamile kaldı çoğu, dünya nüfusuna katkı...
Birisi şimdi kalkıp "Pınar yeter artık, ne istiyorsun benden?" diye sinirlice sorsa içimde bir çökertme halayı başlar. Göğüs kafesimde çok büyük ağırlık.
Şimdi önüme beyaz yahut nasıl olduğu hiç fark etmeyen kağıtlar koysan, mesela bir fatura arkasında kalan boşluk bile olabilir, ona bile yazmaya devam edeceğim gibi. Edeceğim gibi, devam, devam edeceğim. Çünkü bazen, yani her şey uçuşur ve tam oturamazken, bir nevi şizofreni kriterlerini tutturmaya yakınsarken oluyorlar. Ben ebediyet geçtikten sonra dönüp bakıp bakıp hiçbir meal okuyamıyorum.
Şimdi ölüme beyaz yahut nasıl olduğu hiç fark etmeyen kefenler koysan, çalan şarkı yarım kalır.      Özentili yazılarla kendimizi boyalardan oluşan şaraplara vurduk ve bokumuz bile bordo çıktı.
Benim camı açıp çığlık atasım var ama aklımdan çıkar mısın lütfen, ya da son bir kez konuş benimle. Sen böyle derdin ama yarısını. Çığlıklar bana ait.
Bütün bu şeyler bende geç kalmış acılara sebebiyet veriyor. Alkol almak istiyorum, alamıyorum. Açıkçası kıvranıyorum da umurunda olmasın, istemem. Burnum kanasa belki rahatlardım. Neden evdeyim ben bugün cuma gecesi değil mi? Artık çok geç. Saat geç. Sen geçmişsin. Çok mu?
Kimin haklı olduğu mühim değilse de, ortaya çıkan duygunun rengi turuncu mudur? Gece rüyalar gördüm ama uyandırmayayım dedim, uyanınca bana mesaj atsana.

22.5.13

Bir 'Başroldeki Kadınlar' Değil

22 Mayıs 2013 saat 12:00'de DEÜ İİBF Konferans Salonu'nda Ken Ludwing'in yazdığı 'Başroldeki Kadınlar' adlı oyunu seyretme fırsatım oldu. Adeta Vedat Milorvari bu girişim böyle sürmeyecektir. Bu tip yazıları yazmayı da aslında pek sevmem ama yazmak gerekti.
Öncelikle İktisat Oyuncuları'na bu insanları çağırdıkları için ve bu festivali düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Ama daha fazla teşekkür edecek bir şey bulamıyorum. Keşke bulabilseydim.
Oyunu oynayan Balıkesir Üniversitesi Merkez Tiyatro Topluluğu idi. Oyunun konusu esasında Türk filmlerinde dahi yerini bulan, ölecek zengin birinin mirasına konma planıyla evlerine giren iki adamın daha sonra aşka tutulması. Hiç de enteresan değil belki. Ama soluksuz izletti. Çünkü, yerinde oyunculukları, abartısız dekor ve kostüm seçişleri, iyi yapılmış makyajları, grup bütünlüklerinden gelen tatlı bir dinamizmleri vardı. Asıl şaşırtıcı olan şey, ev sahibinin İktisat Oyuncuları'nın bir noktadan sonra hırçın ve yersiz raddeye gelen eleştirileri oldu.
Fuayenin yarım saati boyunca tartışılan konu: Neden Shakespeare değil? Neden öğretici bir oyun değil? Üniversite festivalleri öğretici olmasın mı?
Oyunun fuayesi dediğin nedir sorusunu sormaya çalışan birinin anında susturulması inanılır gibi değil ama gerçekten oyunun fuayesi ne?
En son konunun vardığı nokta: Bu oyun adeta bir çocuk oyunu olmuş! Oyunculardan biri çok yerinde bir şekilde şunu sordu "Çocuk oyunu kolay oyun mudur?"
"Güldürmek çok mu mühim, onu zaten Devlet Tiyatroları filan yapıyor."
Hadi ya? Devlet Tiyatroları didaktik oyun da oynuyor, bu nasıl bir misyon anlayışı, sahi misyon ne? Niçin üniversite tiyatro toplulukları didaktik oyun oynamak zorunda? Bütün ömrümüzü Çehov'dan Vişne Bahçesi filan izleyerek mi geçirmeliyiz? Eğer eğlenceli bir şeyler görmek istiyorsak özel tiyatrolara çok para baymak ya da devlet tiyatrosunun ilk günü biten biletlerini almaya çalışarak mı başarıya ulaşmalıyız? Üstelik komedi oyunu çıkarmak didaktik ya da dram oynamaktan çok daha zor, bir kaç yıllık şahsi tiyatro geçmişini bir kenara bırakıyorum, ben bir referans sayılmam ama Ferhan Şensoy sayılır herhalde.
"Üniversite festivallerinin misyonu olmalı arkadaşlar, kolaya kaçmışsınız."
Üniversite festivallerinin misyonunu belirleyen kim? Senin topluluğuna göre, Atinalı Timon'a deneysel ögeler katmak, bir başkasına göre tiyatro kültürü edinmeden üniversiteye gelmiş insanları tiyatro atmosferiyle tanıştırmak ve sevdirmek olamaz mı? Sırf bu adamlar amatör ve misafir diye misyon sorgulamasına hunharca girebilmenin kolay olduğu ortada.
"Dekorunuz çok sıradan olmuş, salonda hantal koltuklar filan..."
Dekorda kullanılan koltukları DEÜ'den sağlamışlar. Eğer konu hantallıksa bu durumda verilen cevap "E koltukları siz verdiniz?" gayet iyiydi. Yok salonda koltuk olması fikri klişe geldiyse bak bu noktada hak vereceğim, hep koltuk yani, her salonda, olacak iş değil. Halbuki evlerimizde TV karşısında jakuzi olsa, bikinilerle onun içinde takılsak hem daha modernize hem de yaratıcı olabilirdik. Burdan iç mimarlara bile sesleniyorum, lütfen, herkes aynı şeyi yapıyor, 4 yıl bunun için mi okudunuz?
Ben bu tartışmalar sırasında şunu gördüm, misafirperverlik ve hırçınlık birbirine girmiş. EÜTT de onlarca topluluğu getirtip oyunlar oynatıyor, oynanan oyundaki pek çok şey vasatın altında bile kalsa tırmalayıcı değil yapıcı eleştiriyorlar. Ayrıca kimse konuyu üniversite festivallerinin amacına getirmiyor. (En azından adam akıllı sahnelenen oyunun tartışması bitmeden getirmiyor.)
Ve dahi kendi şenlik programın içinde tam iki kez kendi oyununu oynuyorsun, üstelik de aynı oyunu oynuyorsun. Bu nasıl bir egosantrizm? Biraz EÜTT'den esinlen. Biraz mütevazı ol. Biraz az hırçın ol. Biraz makul eleştir. Biraz "nasıl yaptınız"ı sor. Hatta karşılıklı birbirimize ne katabilirizin peşinden filan koş.
İnsanlar Atinalı Timon'dan çıkarken "Off çok sıkıldım ne saçma oyundu." diyordu. Başroldeki Kadınlar'dan çıkarken "Güzel oyundu, eğlendik." diyordu. Evet, eğlendik diyordu. Öğrendik demiyordu, ağladık demiyordu, ne de güzel deneysel çalışmışlar demiyordu ama 'güzel oyundu' diyordu.
Ben bunları Atinalı Timon üstünden yazmak istemezdim. Açıkçası ağzımı açmamak için Atinalı Timon'un fuayesine kalmaktan bile kaçındım. Hatta burada yazdığım bir çok şeyi de sildim. Ama eğer diğerlerini böyle uzun uzadıya, böyle gereksiz, böyle parçalayıp atarak eleştirme hakkını kendilerinde buluyorlarsa en azından  bunları yazmakta da sakınca yoktur herhalde.
Bizim çıkardığımız oyunlar müthiş miydi? Hayır değildi, hatta o kadar değildi ki arkadaş repliğini unutup "Ay sinirden repliğimi unuttum!" diye bağırdı, terliğini sahneden aşağı fırlattı, ses arka taraflara hiç mi hiç ulaşmadı, korolar berbattı, oyun anlamsız bir şekilde yarım saat daha uzadı vs. vs. Bakarsan Aziz Nesin oynamıştık. Üstelik bizimki her ikisine de girerdi, eğlendirirken düşündüren cinstendi. Konu Aziz Nesin olunca bu noktada herkes susar. Ama kötü bir oyun çıktı ortaya. Kalkıp "O kadar insanı tiyatro sahnesine çıkarmak kolay mı a canım." diye sabaha kadar savunabilirim ama olmayınca olmuyor.
Balıkesir Üniversitesi Merkez Tiyatro Topluluğu'ndaki bir kaç oyuncu ile bir kaç dakika konuşabildim, onların asıl derdi üniversite yönetiminin yaptıklarını hiç mi desteklememesi idi. Dokuz Eylül'e de kendi üniversiteleriyle kavga ederek geldiklerini söylediler. Çünkü bir otobüs bile ayarlanmamış adam akıllı. Okullarındaki sahnenin çok dar ve kullanışsız olduğunu ifade ettiler. Bu işle, oyuncu olarak katılamasa da en azından izleyici olarak katılacak daha fazla Balıkesir Üniversiteli yaratmak istediklerini belirttiler. Belki daha söyleyecekleri çok şey vardı, ama fuaye amacına ulaşmadı. Zaten bunları da bir bana söyleyebildiler.

Not: EÜTT (Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu) üyesi değildim, hiç olmadım, olmak isterdim.
Not2: Ne İktisat Oyuncuları'nı ne de Balıkesir Merkez Tiyatro Topluluğu'nu yakından tanıyorum. Hatta o kadar uzağım ki hiçbir oyuncunun, dekorcunun, makyözün, ışıkçının yahut yönetmenin adını bile bilmiyorum. Sadece gözlem.

seni kandırmak hep kolay

yine o muhteşem hikayelerle doluydu.
zaten hep öyledir.
mesela salinger çişini içiyormuş diye bir söylenti var. yani olacak iş değil.
bazen elimden sırça sürahiler bırakıveresim geliyor. hem de yattığım yerden. sonra kim temizleyecek diye vazgeçiyorum.
"kadınlar birbirlerine her şeyi anlatırlar"mış. hadi ya? hangi kadınlar onlar? ben de tanışmak istiyorum.
sevgili insan, ben seni kızdırmak istememiştim. vallahi bak. sadece çok uykum vardı. bir de, bir de. saçma bahanelerim.
önce atatürk'ten bahsedip sonra enginar yemek değişik bir fantezi ürünü. özellikle ilk kez enginar yenecekse.
sonra gidip sanırsın ki her kadına evlenme teklifi ediyor. sonra gidip sanırsın ki herkesle öyle uyuyor. sonra gidip sanırsın ki kim olursa olsun ama birisi olsun istiyor. birden durup emin olursun ki bunların hepsi yalnızlık. başka da bir şey değil. bir de oturup ağlasak mıydı? sahi ağlamak oturmakla mı anılır olmuş?

20.5.13

ayça kubat'ı abartmak

ayça, bir arkadaşımın arkadaşı. benim gördüğüm bir kaç saat için nil karaibrahimgil parçalarında dans eden yaşam dolu bir insandı. kendi dikiş atölyesini açtı, orada özel kostümler, dans kıyafetleri filan tasarlayıp dikiyordu. sonra öğrendim ki intihar etmiş. hakkında çıkan hemen hemen tüm haberleri okudum çünkü intihar olgusu ciddi anlamda ilgilmi cezbeder.
sonra bu kız, bir bacağını kaybetti. ama yaşıyor. şu anda "engelli" bir birey olarak dünyayı gezme planı var. bunun için daha önce pegasus'tan bir seyahat kazanan ayça şimdi de internet adresinde "donation" topluyor. bu işi sokakta yapsa dilenci derler. kimse kusura bakmasın.
http://www.sabah.com.tr/Akdeniz/2013/03/04/isik-yargin-yilin-kadini-ayca-kubat
böyle de bir gazete yazısı var hakkında yazılan.

17.5.13

tumblr nedir ne değildir

tumblr'a alışamadım ve pek sevmedim, şimdilik, o yüzden buradan devam edeceğim galiba. derdim günüm tumblr'ın takip ettiğim hesapları silmesi oldu. hala anlam veremiyorum.

14.5.13

bahar temizliği

hoşlanmayarak taşınıyorum:
http://morpisimelinda.tumblr.com/
belki buraya da yazarım ya da oraya alışamam burada kalırım. bakacağız.

11.5.13

pencere önü çiçeği was here

feci halde kırıcı laflar ediyorum. kontrol bile etmiyorum artık. etmek de istemiyorum. birileri de bana ediyor. demek ki, diyorum, canımı yakmak için sebepleri var, ama ne? çünkü benim olduğu için öyle davranıyorum. yoksa neden yapayım. on senedir yapmamışım.
millet benim ufak tefek laf dokundurmalarımı bie şey zannediyor, bayılıyorum. genelde çok da farkında olmadan yapıyorum gerçi, huy olmuş herhalde. mesela bugün dr. oetker'de gezerken amblemindeki kadının burnunun çok havada çizildiğini ve feci halde ukala bir görüntü sergilediğini söyledim. sonra herkes şakaya vurarak konuyu değiştirmeye başladı. fakat bu o amblemdeki kadın silüetinin burnunun havada olduğu gerçeğini kesinlikle değiştirmez. hep dediğimiz üzre, sosyal normlar filanlar falanlar. adam çizerken bir şey olmuyor da siz söyleyince ayıp oluyor.
her neyse, ben birine bir cümleyle bir şey diyorsam aslında hiçbir şey dememişimdir. dememiş olduğumu bu ara önüme gelene bir şeyler demeye başlayınca anladım. sanki ben dünyanın en müthiş ve duyarlı insanı gibi mi davrandım o insanlara, yoooo. ama bu tip saçmalıklara tahammül edemiyorum artık. gereksiz özürler, saçma gülümsemeler, ah gördüğüme çok sevindimler... "hep aynı nakarat, anlat anlat"
işte böyle olunca aslında gerçek adaptasyon problemleri yaşanıyor.
biraz viski-sodanın kimseye zararı görülmemiştir.
ne diyorduk?
şimdi genç insanlar soruyorlar, abla napalım diye. ben de, takılın kafanıza göre nasılsa hiçbir şeyi değiştiremeyeceksiniz, diyorum. direk böyle demiyorum da bunu demeye getiriyorum. eskiden sevdiğim artık sevmediğim buket uzuner'in bi dediği vardı, insan zamanında yaşaması gereken şeyleri kontrol edip erteledikçe ileride karşısına çıkıyor ama her şey yaşında güzel, filan gibi. hatta trenle dünyayı gezme fantezisinin 60 yaşında da olabileceğini ama  pek eğreti duracağını örneklemişti. yani ben onur'a dedim aslında, eşikte geçen her saniye zamana ihanettir, sonra olmadık anda olmadık şeyler yaşatarak öcünü alır zaman diye. sen de sarhoş muhabbeti gibi, ben diyeyim kötü bir yazar benzetmesi adeta. ama öyle yani bu zaman denen şey. hiçbir saçma ayrıntıyı hafızasından silemeyenler için über alles.
mesela sen mesaj atarsın, o gider salak salak şeyleri uzaktan izlediğini belli eden mal mal hareketler yapar. ama işte sonu yok yani. ben gidip diyecektim de demedim. ne diyeceğim ya, ne gerek var. baksan sözlüklerde bile adı yazar. hem de taaa 2010'da yalnızlığından yakınıyor diye. ulan hala yakınıyor, bak nolmuş, üç yıl olmuş. olmuş mu? olmuş. peki sorarsan neden olmuş diye, cevabım şudur: o kadar arıza çıkarmıyor, o denli duygusal anlamda bağ kurmamışcasına yaşıyorsun ki, olup olacağı en iyi hali bu. insanlar elbette aptal olmadıklarından bir şeyler hissediyorlar ama, his seviyesinde bıraktığından onlar da seni bırakıyorlar. sonra şuyunu buyunu özlüyorlar, geliyorlar, reddetmiyorsun bile. onu bile yapmazsın. sonra yine gidiyorlar. geliyorlar, gidiyorlar, geliyorlar, gidiyorlar... adeta bir 525, sanki bir kadının kalçaları... neyse, kalçaları bırakalım.
velhasıl öylesin. bütün o güzeller güzeli varlığını heba ediyorsun da hiç haberin yok. ellerinin bir kitabı tutuşu bile ne kadar zariftir bir bilsen. ama bilemezsin.
viski-soda iyidir, bülent ortaçgil de öyle.