24.10.10

herkesin kendi hayatı var!

evet, herkesin kendi hayatı var, bu doğru. fakat şu da var, bazı noktalarda bu ayrık hayatlar çakışıyor, kesişiyor, birbirine giriyor. bu bize diğerlerinin hayatına müdehale hakkı verir mi? ya da verirse bunun ayarı nedir?
örneğin anneler çocuklarının hayatına bazen fazla karışır. o kadar ki delirme kıvamına gelirsiniz. evi terk edesiniz filan gelir, ağlarsınız, bağırır kapıyı çarparsınız filan vs. sonra geçer gider, bir orta yol bulunursa bulunur, anneyi değiştiremeyecekseniz kendinizi değiştirirsiniz ya da sinir ola ola devam edersiniz. peki bu durum artık idare edemeyeceğiniz boyutlardaysa ne olur? peki ilişki anneyle değil sevgiliyleyse? evet işler baya karışır ve değişir. sonuçta anne annedir ve anne olacaktır. demogojinin dibine vurmuş gibi duran bu cümlenin özü: anneyi terk edemezsin canın sıkılınca da sevgili edileblir.
soru: sevgilinin hayatının sınırları sizi psikiyatriye gidecek seviyelerde seyrederse ne yapmalı? ben bunun cevabını arıyorum bilen varsa haber versin.
suçu kendimde görme boyutunu çoktan geçtim. çaresizlik kısmına doğru yol alıyorum hızla. kıskançlık mı değil mi bilmediğim bir evredeyim. sonunu bildiğim bir filmi izliyor gibiyim. bu da beni kusturuyor.
öf yazmak istemiyorum daha fazla.
sakinleştirici alıp kafa bir milyon gezmek de istemiyorum.
biri yardım etsin.

.................................................................

bir kaç saat sonra gelen edit: hacı ben lisede böyle değildim noldu anasını satayım ya? akşamın körüne kadar tiyatro senin koro benim gezerdim bok gibi de sosyal çevrem vardı. o kadar çok insan tanıyordum ki hiçbirine ayıracak adam gibi vaktim yoktu. ve ilişkiler vıcık vıcık, insanlar tuhaf, alkolik, sigara nargile cafe insanlarıydı. üstelik teki de aptal değildi. iyi niyetleri de iyliklerinden değildi. şimdi dönüp bakınca midem bulanıyor. o zaman beş dakika daha kalmak için adeta kıçımı yırtardım annemden izin alayım diye. yok abi bana bir şeyler olmuş. ve içimden gelmiyor yeniden döneyim oralara. üstelik inat uğruna hiç istemiyorum. bir sürü işim gücüm var zaten haftada bir iki saatle başlayıp beşe ona çıkacak abuk sabuk işlere nasıl zaman ayırabilirim? çok canım sıkılsa gider puzzle yaparım, maksat sinaptik bağlantı sayısı artsın. ilerde unutkanlık filan olmasın amaçlı. insanlarla uğraşmak istemiyorum sanırım. bazı ilişkiler bir yerden sonra iğrenç ve yılışık oluyor. evet, iğrenç ve yılışık. zaten ben de soğuk ve burnu havada bir insan olarak ne grup çalışmasına uygunum ne de arjantin tangosunun ateşine sahibim. kitap en iyi dosttur arkadaş. bin küsür kitap var evde. benden çok dostu olan azdır bu bağlamda. büyüyünce de dünyanın en asosyal erkeğiyle evlenip beraber evden çıkmamayı planlıyorum. office-work yaparız. internet üstünden iş yürütür, alış verişi bile öyle yapar, perdeleri de hiç açmayız. adam prostat kanseri olsa kadın doktoru evden kovarım filan. öyle de manyağım. hatta dine dönüp çarşafa mı girsem diye düşünüyorum. içimde bir rahibe olma arzusu yıllardır vardı zaten meslek envanterinde din görevlisi bana uygun meslekler içindeydi.
bu da destansı edit.
evet delirdim.

23.10.10

bil-mek'ten bil-im.

dün gece ara sıra sigara içenlerin yaptığı gibi bir hale dönen ara sıra anti-depresan alma günlerimin bilmem kaçıncısını kutladım. sabah 6 civarı korkunç bir mide bulantısı yaptı, gidip kusmadım. sonra babam okula giderken hemen uyandım. toplam 2 saat kadar uyudum. esniyorum ama uyku hissetmiyorum. çenemi açık tutamıyorm, dişlerim birbirine kenetli durmayı pek bir sever oldular. merak duygumu yitirdim. düşünüyorum demek zor olur. ancak görsel ve işitsel öğeler bir aradaysa biraz dikkatimi verebiliyorum bir şeyi okuyarak anlamlandırmak beyne pahalıya mal oluyor olmalı ki tercihim değil. yine kendi hayatımı başkasının hayatı gibi izliyorum. tuvalette öylece durmak en favori etkinliğim. ne alakası var ben de bilmiyorum.
bir ara bu hapın etkisi geçecek, ben normale döneceğim. hem istiyorum geçmesini hem istemiyorum. çünkü bu hissizlik ve bomboş beyinle hayat daha kolay. tıpkı külkedisine dönüşmek gibi bir şey. orda da kızın aslında kendi hayatı olmayan ama oyalanabileceği hoş bir dünya sunulmuştu. fakat bir yere kadar. hiçbirimiz de istemiyoruz o süprüntü kıyafetlere geri dönmeyi, biliyorum. ama bu ilaçların sunduğu dünyaya da ait değiliz. onu da biliyorum. antidepresanlar sadece etrafınızda daha adaptif bir çevre oluşana kadar sizi uyuturlar ve avuturlar.
ben olayın farmokolojik ve fizyolojik boyutlarına takılmya başladım artık. eeg ile beynime baksınlar istiyorum. neresi anormalse, nerde fazla hücre varsa düzeltilsin, azaltılsın bana geri verilsin. ya da hangi gereksiz hormon salgılanıyor bir diğerleri de durduk yere baskılanıyorsa biri bunlara hata ettiklerini söylemeli. bu denli düşünmeye ve böylesi dolaylı fikirler üretmeye yol açan her neyse hepsi kaldırılsın.
çünkü eğer tüm problem bendeyse, yani mesela bir tek ben böyle düşünüyorsam ve yerin dibine kadar haksız ve temelsizsem -of bu kelimeler de içimi sıktı.- düzeltilsin. yok eğer çevremde bir sorun varsa onlar düzeltilsin. ha ama bütün dünya öylesine takılıyorsak üstümdeki bu ciddiyeti kim yamadı?
mesela bir yerde insanlar sıfırından ötürü nasıl telaffuz edilceğini bile bilmediğim paralarla dünyayı filan yönetiyorlar. mevzu para olunca herkes ciddi. tamam bunda hem fikiriz. paranın konu edilmemesi ile paranın ciddiyeti başka mevzular bu arada. eklemeden geçemem. sonra mesela iş yerinde komedyenlik görevinde filan değilse insanlar ciddidir. ki o bile kendi içinde bir ciddiyet gerektirir. para ne? ikincil pekiştireç. avcılık ve toplayıcılık bir de balıkçılık insana temelde yaşamak için yeten mesleklerse diğerleri de bir hayli tekno kalıyor. insanlığa bu ciddiyeti kim yapıştırdı? ben bu sonradan çıkma şeyi neden ve nasıl bu kadar benimsedim?
yok arkadaş ben tuhaf isimli iki milyon yıl önceki atalarımızın zamanına dönmek istiyorum. hayatın güç ve şanstan ibaret olduğu, çok da fazla sosyal davranışın bulunmadığı dönemlere. çünkü bu çevre bana fazla iyi. ben o kadar iyi değilim. ya da "tüm küçük hayvanlar" filmindeki bobby'ye katılmayı uygun buluyorum kendim için. beraberce yolda izde ölen hayvanları gömeriz.
bir de psikologların bir amacını daha çözdüm. neyi neden yaptıklarını bilmeyen ama sürüklenen insanlara mantıklı ve sağlam altyapılar oluşturmak. ey allahım! ekonomiyle ilgili ders alıp marjinal faydayı, fırsat maliyetini bilmeyen, bilse de hayata uyarlayamayan insanlardan koru! beyni daha az enerjiyle daha çok iş yapmak üzere evrimleşmiş insanlara ekonomi nedir öğret ya rabbim. hücreler iktisat mı biliyor? bilmiyor. ama sen akıllı insan biliyorsun. kullansana. yani patron beyinse bizden daha akıllı olduğunu söyleyebilir miyiz?
sadece beatles dinleyebiliyorum. bir de belgesel izleyebiliyorum. sanırım bilim tarihi yazımı adlı yüksek lsans programına da başvuracağım. bilim tarihi savaşların tarihinden etkilense ve ikisi beraber içli dışlı süreçler yaşasalar da ve ben dandanakan savaşı'nın mesela sadece adını da bilsem başvurmayı planlıyorum. birisi de türkiye'deki psikoloji tarihini yazsın mesela. sevdim ben o dersi. osmanlıca filan öğrenmek gerekir. öyle şeyler.
düşünme, düşünme, kim anlamış ki sen anlayasın böyle?
bence teoman çok düşünmekten alkolik oldu. öyle bir inancım var.

22.10.10

yok sarhoş değilim çok yorgunum

yorgun olunca şişelerce içmiş gibi süper bir kafam oluyor. vallaha bak. misal şu anda öyleyim. fakat bu saatte de yatsan uyusan sabah 5'te mi kalkacaksın? hadi canım sen de...
hayır, dişe dokunur ne yaptım? bir şey yok. kuzen kıyafet baktı ben mal mal onu bekledim filan. ama asıl nedeni biliyorum: eşofman giyince insan mayışıyor, mayışınca da azıcık fazla efor gerektiren işe girince sapıtıyor.
erken yat, erken kalk, 3 öğün yemeini mutlaka zamanında ye, arada meyveni çikolatanı da ye ama abartma, spor yap, günü gününe ders çalış, ya da teoman'ın anne nasihatlerinden: çok terleme çok yorulma girdaplarında boğulma çok da kitap okuma.
bu arada yeni taktik geliştirdim sorunları görmezden gelip başka konulara atlıyorum. bir gün patlarlar ama bekliyorum.
salak bir de telefon sapığım var. gerçek bir sapık. bir yıl sonra "bu numarayı hatırladın mı?" diye soruyor filan. ne çeşit bir manyak olabilir diye beni düşündürüyor. bugün atv haberde sevdiği kız olmaz demiş diye kızın annesini öldüren bir psikopat vardı, korkuyorum o tip bir herifse diye. bunlar da birilerinn başına bir şey gelmeden yazılmış son notlar olmaz inşallah, altı üstü paranoya yapıyorumdur, hepsi geçer.
babama muz yemek istemiyorum dedim, bana sigraya mı başladın yine dedi. bence çok alakasız. ama kendisine sormadım. bilgisayarı da kapatmamı salık verdi. yat uyu dedi.
fizy mallık yapmasın bir de. altı üstü üç beş bülent ortaçgil şarkısı dinleyecektim.
ya bir de cansu benle ne msnden konuşuyor ne de mesajlarıma cevap veriyor, sadece facebooktan pm atıyor ve blog üstünden tepki veriyor. soruyorum neden cansu?
yahu tıpır tıpır üç beş damla düşerken gökkuşağına bakalım üstümüzde battaniye yanımızda arkadaşlar, sevgililer filan, takılalım diyorum. olmaz mı?

5.10.10

salla pulları zarları

sürekli bir şeyler kanıtlamak zorunda olmaktan bıktım!
anneme babama sevgilime arkadaşlarıma filan yaptığım kanıtlamalar beni devlet dairelerine yaptığım kanıtlamalar kadar yormuyor üzmüyor artık. hatta onlrın farkında bile değilim çoğu zaman.
ama bıktım!
yabancı dilini kanıtla, okulu bitirdiğini kanıtla, o da yetmedi iyi bir dereceyle bitirdiğini kanıtla, işsiz olduğunu kanıtla, bekar olduğunu kanıtla, öğrenci olduğunu kanıtla, t.c. vatandaşı olduğunu kanıtla, staj yaptığını kanıtla, yüksek lisans öğrencisi olabilecek yeterliliğe sahip olduğunu kanıtla, IQ'nu kanıtla, aldığın maaşı kanıtla, verdiğin vergiyi kanıtla... kanıtla babam kanıtla. hemen hepsi mutlaka bir sınav, başvuru dilekçesi, fotokopi, doldurulması gereken belge ve saire demek. hemen hepsi bilmem kaç km. yol gitmek, sonra ilgili olduğunu sandığın kişiyi bulmak ama aslında başkasının ilgili olduğunu öğrenmek onun da izinli olduğunu duymak bazen eli boş eve dönmek demek.
iyi de yoruldum!
o kadar bıktım ve yoruldum ki bu formalitelerden, birileri benim adıma karar versin, bu belgeleri toplasın, başvuruları yapsın ben gerekli yerleri imzalayayım varsa sınavlara gireyim sadece istiyorum. en azından bankada sıra bekleme filan gibi angaryalardan biri beni kurtarsa ne olur yani? daha gitmem gereken kurs, çözmem gereken soru, girmem gereken dersler ve sonucunda sınavları zaten var.
derin derin nefes alıp iyotu ciğerlerimize çekebileceğimiz sakin deniz kıyılarına gidip björk ya da bat for lashes dinlemeliyiz bence artık!
veya emekliye ayrılıp foça'ya datça'ya yerleşsin herkes, 65'imizden sonra işe başlarız.
hoş olmaz mıydı?

4.10.10

-----

yazmayalı çok oldu. eskiden yazmadan duramadığımı anımsıyorum. gerçi hiçbir şey yazmıyorum desem yalan olur. sürekli ders notu ders notu...
bazen de fiziksel yorgunluklarım var. ve klavyede baya hızlanmışım. nedense?
mesela bir de okumak istediğim çok şeyler var. ama okumak da istemiyorum bir yandan. ne saçma değil mi?
bir de özlediğim insanlar var da.
dur bakalım bu yazıda bir.
kendini tekrarın daniskası! ve hazzetmiyorum, hayır.
artık daha çok okuyarak daha çok yazmak ilkesi benim için uzaklarda kaldı gibi. okuduklarım fazla akademik gibi. bilemiyorum.
mesela bazı insanlar var, sinemadan, tiyatrodan, edebiyattan anlıyorlar az buçuk. bazısı var ki anladığını sanıyor.. can yücel şiirleri paylaşmayı şiir okumak, şiir beğenmek, şiirden anlamak sayıltıları içinde. post-modern şiirse benim için gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz bir konu halini almaya başladı. mesela bu dize ben yazdım oldu tadında bir postmodern dize sayılabilir mi?
"toz pembeydi yarası uçan martının ve açamadığı ağzından akan kentin egzozlarıydı canım."
bütün şizofrenleri post-modernist sayasım var fena halde. ya da post-modernistleri şizofren ilan edesim.
belki de ne post-modernizmden ne de şizofreniden analıyorum. kimisi var ki zaten neo-post-modernist bence; ki öyle bir akım keşfedildi mi bilmiyorum?
peki ya almanların ikinci dünya savaşı takıntısı ne zaman son bulacak? almanya'da doğmak demek korkunç bir yükle yüzleşmek anlamına geliyor. edebiyatları örneğin kökünden etkilenmiş durumda olan bitenlerden. peki ya varlığını sürdüren neo-nazistler ne olacak? ya da kavgam'ı okuyunca insan hitler'in paradigmasına hayran kalırsa bu ne çeşit bir tehlike arz eder? fakat adam retorizmin doruk noktası değilse de nedir?
aslında ben akademide kalmak için varımı yoğumu verebilirim herhalde. hadi büyük konuşmayayım, veremeyeceğim şeyler de var elbette ama örneğin daha düşük maaş almaya razı gelebilirim. ya da ailemle kalmayı da düşünebilirim bir kaç yıl daha. ve keşke bütün bilim, sanat ve mühendisliklerde o disiplinin eleştirisini yapan bir yüksek lisans programı açılsa. eleştirel psikoloji, eleştirel müzik, eleştirel makina mühendisliği filan. -evet lisedeki lakaplarımdan biri, çünkü bir çok vardı, "critique girl" idi.- ve eleştirmek, insanı çok eğlendiren bir eylem.
ben mezun olmak istemiyorum desem çok mu olmuş olurum? ya da bir şeyi çok istersek sahiden olur mu?
sanırım türkiye'de psikoloji adına açılan hemen hemen tüm yüksek lisans programlarına başvuracağım.




ps to cansu, mektubunu postaya verdim!