22.11.13

Nereye Gidiyorsun?

çocukluk hüzünlerinden devralınmış bir pelerindi zümrüt yeşili orman ve kırmızı başlıklı kız kesilmiş bir dana gibi ortada öylece parlıyordu. yollarda ayakları dolaştı ve düşüp öldü. çünkü kırmızı başlık böyle bir şeydir. sonra kargalar geldiler. akın akın kargalar. sonra o kargalar dallarda bekleştiler. çünkü karga olmak böyle bir şeydir. ve baykuşlar indiler. indiler ve gagalayarak yanaklarını oydular. ve çakallar indi. sonra onlar bunlar. sabaha karşı kalanları da akbabalar. ak bir yaban güvercini gibi değildi aşk. çürüyen, çürüyen ve çürüyen bir şeydi daha çok. o kadar iğrençtir ki mideniz bulanır. tırnaklarını söktüler. daha yaşarken tırnaklarını söktüler. çünkü külkedisi ayakkabasının tekini kaybederek bu cezayı hak etmişti. ayakkabı teki kaybetmenin mucizelere yol açtığı gerzekliğini kim uyduruyor? kim uyduruyor bunları? bunları kim uyduruyor? çünkü hep gece. sokaklar soğuk. belki. ay. bir tepsi gibi. bütün olan biteni gözüne sokar insanın. yalancı bir aynadır. bir nevi perde. bulutlar geçiyordu. takalar gelmiyordu. çocuklar ölmüyordu da büyümüyordu da. büyümeyen çocuklar. onlar kırmızı başlıklı kızın parçalanmış bedeninden bile kötüdürler. onların hepsini ağaçlara assınlar. seni ne yapsınlar? kaç kişisin? kaçıncı defa sorulan sorulara ne cevap vereceksin? çünkü hayat böyle bir şey. evet aynen öyle. çünkü saçlarımız siyahsa bu bizim suçumuzdur. her şey bizim suçumuzdur, bunu unutma.
gitme canım. gitme. çünkü gidilmez.

12.11.13

yüzüstü dalışlarda tutansızım

yedi. jübile. şarj. klasik. huşu. progresif. gıybet. bakır. poli. çoklu. kolçak. şaka. fare. berrak. yarrak.
kalvyeye bakınca gördüğüm kelimeler.
bir kaç dakika kafenin kapısında bekleyebilir. bir süre şarap içmeyebilir. bir süre hava soğumayabilir. bazen insan yağmur yağmadı diye mutsuz olabilir. insan bir litre kahveye hasret kalabilir. olabilir, olabilir.
bazı insanlar -ebilme'nin ayaklı halidir. onların yapamayacakları hiçbir şey yoktur. ama onların da yapamadıkları bir nokta gelir. 
hayır.
444
999
666
444
sabahtan akşama kadar ayinlere de katılsak, bir anlamı yok gibi. yağmur yağmıyor. ölelim mi? 
ölebiliriz, ölebilir miyiz?
hımmm. 
sapma noktasında bir avcı, kuşun kanadını köpeğine yolduruyordu ve gelinler düğünlerinde güvercin salıveriyordu ve köpekler yoluyordu, gelinler salıyordu, avcılar vuruyordu...
sonuç olarak bir itü'de endüstri mühendisliği okumadıksa, sosyal bilimlere olan tutkumuzdandır diyeceğim ne büyük yalan olacak kim bilir. bir düşün, sevgilime bile böyle büyük yalan söylemedim. 
evet.
444
666
999
444
saçma bir simetri peşinde sabah akşam akşam sabah demeden koşuyorduk. atlılar atlılar kızıl atlılar, atları kanatlılar! kan atlılar. kan attılar. kanattılar. tıpkı bir şöbiyet gibi, yahut bir baklava kadar ağır bir tatlıydın sevgilim, sen tadından yenmez haldeydin, üstelik de şekerlenmiştin. yine de bir jeff buckley değil, kimse değil, inan bana canım. yoksa ben senin harcırah yevmiye maaş ikramiye ek ödenti ne güzelim? dur dur, bak saçlarına taç yaptım lotuslardan. oy kullanan bir fok balığı kadar özgürüz. kır dökebildiğini.

31.10.13

Seyir komuta zinciri

Şimdi bırakalım bir kenara canım. Birinin şiirde, öbürünün elektronikte, bir diğerininse kim bilir ne konuda harikalar yarattığını bir kenara bırakalım. Hatta yazılan destanları ve yazılmayan zorlama mıknatıs çekişlerini de unutalım. Mesele Ali Abi'nin oraya gidip menüde yazmayan biralardan içmektir bazen.
Sen bir kadın olarak, ya da işte her ne olarak varlığını sürdürüp süründüreceksen, filan.
Jülide Özçelik. Bir adamı Jülide Özçelik konserine götürmek için çaba harcamadığım geceler de var. Gerek yok çünkü. Şahsi varlığımla Fransızca dersini ekerek bunu yapabiliyorum. Nedir? İkincil rahatsızlıklardan duyduğum tedirginliği atmış ve bir o kadar da yapayalnızlaşmışken beynin idrakına varacak metaforlardan yahut meteorlardan geçmeli.
Bir opera binası nasıl yapılır hiç şahit oldun mu? Ne zor bir şey opera binası yapmak! Ben her gün yapıyorum. Maun mu kullansam, granitle mi kaplasam, cam tavan da klişe olur diye düşünmekle gün bitiyor.
Gün bitiyor.
Çok oldu günler biteli..
Hayatta pişmiş sakız ağacı gibi kokan husumetli jübileler vardır. Mesela otel çatısından atlayan çellocular gibi. Ben öyle birini tanımadım. Ama öyle birileri de pek tanınmazlar.
Kaç kişiyiz?
Durduramıyoruz günlerin bitişini. Öyle kararlılar ki. Hayatımda gün bitmesi kadar kararlı bir şey görmedim ben. Bitiyor yani. Senin n'aptığını hiç umursamadan bitiyor. Kendisine başka bir iş bulmuyor da bitiyor.
Dünyanın en abuk şeylerinden biri aslında hiçbir kimsenin değil de bundan taaa 10-12 yıl önce sevdiğin, ama ne sevdiğin bir adamın tüm mevcudiyetini çoktan çizmiş olmasıdır. Yıllar boyu başkalarından bahsedersin de bir defa adı geçmez. Bütün bunlar hep aynı merkezden çıkma. Başedemeyişinin yükünü sonuna kadar çekmek zorundasındır. Ve çekersin. Hala evinin önünden geçerken, belki de çoktan taşınmış olan bir adamın perdelerinde dolaşır gözlerin. Diyetin buysa, ve diyetin dahasıysa...
Kimse neden psikoloji okuduğunu bilmez, kimse neden o CD takasının yaşandığını da bilmez. Bir yere giderken yolumu kaybettim. Sonunda durdum. Her şeyi ve herkesi azad etmeden evvel tek bir mesele kaldı geriye, unutulmuş olan. Bütün hesaplar ödendiğinde fazladan çıkan bira gibi. İşte o Firuze bunu ödesin. Başka bir şeyi değil.
Ya da zaten daha ne kaldı ki?
Bir Lethe kolay yetişmiyor civanım. Bir Lethe kolay yetişmiyor. Aslında ne berrak bir kadın olduğunu anlıyorsun.
Zerafet ve kefaret. İkisi aynı insanda öyle eğreti ki. Fakat üzülüyorum desem de yalan. Yine de üzülmüyor da değilim.
Geriye biraz alışkanlık kalmış, diyecek laf bile bitmiş. Neylersin?
İşte öyle, gün bitiyor. Her gün biter mi deme, bitiyor.
Bak, bugün de bitti mesela.
İşte tam da bu yüzden, yazılmış yahut yazılamamış, ne varsa, bütün o destanları yani, bırakalım bir kenara canım.
Bırakalım bir kenara.

28.10.13

yazık la

Hımmm, hayalet olma sırası bana geldiyse demek ki. (Zeynep'ciğim senden çalma cümle kuruluşları artık kusura bakmayacaksın.)
"Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır." (Matta 7, Luk. 11:9-13)
Ruhumu azad ettiğiniz için teşekkür ediyorum.
Benim çektiğim sizinkinin yanında hiçmiş.
Teşekkür ediyorum.

*Bir kere de ben yanılayım yahu. Bir.-bu konuda!

27.10.13

such a perfect day

zaten hayatta birbirini aldatmamış çift kaç tanedir ki? aslında İncil'de açık bir şekilde aldatmanın bedeli toplumdan dışlanma olarak belirtilmiş ve ahlaksızlık olarak vurgulanmıştır. ama kaç kişi birbirini aldatmamıştır ki? ya da aldatmayacağı anlamına gelir yani? mesela senin o eski sevgilin ya da yakın arkadaşım dediğin kızla napıp napmadığından nasıl emin olacağız? nereden bileyim yalan söylemediğini. sürekli yalan söylüyorsun. nereden bileyim? belki de aradığın bahaneyi buldun işte. buldun. bulamaz mısın?
hava da soğumuş. marketten ne alacaktım? günlük ped. saat kaç ki? 10'da kapanacak yazıyor. saat de kullanmam. insanın telefonuna bu kadar görev yüklemesi, şarjı bitince elini ayağını kesiveriyor.
öfff, kahveden gelen küfür seslerine karışık çay kokusu. doğru, maç vardı, Galatasaray bilmem ne maçı. Galatasaray maçı varsa kesin o her zaman gittiğimiz yerde oturuyordur, maç izliyordur arkadaşlarıyla. gerçi evde de o paralı kanalı var mıydı ki?
zaten biz hep onun istediği yerlere giderdik. benim sevdiğim yerleri hiç benimseyemedi. niyeyse sevmezdi yani. bir yer biraz salaşlaşsın, biraz fransızlaşsın, biraz gözden uzaklaşsın, biraz içinde kitap-dergi barındırsın, tamam! hemen tiksinirdi. ondan eminim şimdi benim gittiğim yerlere hiç gelmez, keşfetmeye bile uğraşmaz.
içerisi de çok sıcakmış. ceket fazla geliyor. terledim. neredeydi bu pedler? allık fırçası, jiletler... öbür taraftaydı, doğru. peynir alsam mı? neyse, vardı herhalde evde.
dışarısı da soğuk işte. bir an evvel eve gitmeli. acaba annemler aramış mıdır? şarjım bitti ya, kesin ararlar.
ben aslında içinden gelen bir şefkatle saçlarımı okşayacak ve yine içinden gelen bir arzuyla tutup parmaklarımdan öpecek birini istemiştim. ama bunu hiç söylemedim. çünkü söyleyince söylediğim aklına geldi diye yapacaktı artık ve bir anlamı yoktu, hiç yoktu. şimdi bakınca, elle tutulur ne bir şefkat, ne bir zamansız arzu parıltısı görmüştüm. kesinlikle 1930'ların 'seviyorum ama belli edemem'ci katı adamlarındandı. bu katılık bedenine de yansımıştı. tüm hareketleri katıydı. dans etmek imkansızdı mesela.
ah, haksızlık ediyorum. bir kez, tıklım tıklım dolu otobüste öpüşmek istemişti ama etrafta çok fazla çocuk ve yaşlı vardı, ben rahatsız olmuştum. bir kez de yılbaşında, başka başka kentlerdeyken, telefon açıp kendisini sevdiğimi bağırmamı istemişti. ne yazık ki onun kadar sarhoş değildim ve tamamen sessiz evde bağıramazdım ailem varken. her ikisinde de telkin edici ve ketleyici davranmıştım.
ama unutuyorum. eskisinden daha az anımsıyorum. saçları uzunken nasıldı diye düşündüm geçen gün, anımsayamadım. yüzünün, ellerinin, bacaklarının ayrıntıları yavaş yavaş siliniyor. fakat o yeşil hırka ebediyen aklımda kalacak. aklımın en acı nesnesi. düşündükçe gözlerim doluyor. bütün güzellikler sanki o yeşil hırka giyilemezler içine kaldırılınca yitivermişti.
beklemenin kendisini mi seviyorum? kendime sürekli sancıyla bekleyecek bir şeyler yaratıyorum. hocadan mail bekliyorum mesela. bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum...
eskiden bir ucube gibiydim ama şimdi daha bir ucube gibiyim galiba. gerçi saçlarımı kestirdim, uçlarındaki tuhaf renkler de gidince değişik bir simam oldu. güzel gibiyim. çirkin değilim en azından.
Lou Reed ölmüş...

24.10.13

akbank genelde boş bir banka olduğundan hoş bir banka olduğun.

bundan sonra uçak bileti alacağım yer yurt dışıdır.
evet! yurtdışı.
bu ülkenin bornovaları yerin dibine girse de kurtulsak.
bir sonraki adımımız,
ben bu incil zırvalarına çok feci kafayı takmış durumdayım. kitapta geçen bölümleri okumuştum bile! ve hatırlıyordum.
tartışma şurdan kopuyor, matta'da bir bölümde insanın kuşlardan daha değerli olduğu yazıyor.
öyle midir?
evet, ben yine de bazı kuşların bazı insanlardan değerli olduğunu savunabilirim ama orada demek istediğini anlayamayacak kadar da kalın kafalı değilim.
izmir'de devlet tiyatroları iş yavaşlatma eylemi filan mı yapıyor nedir? iki oyun var ikisine de gidesim gelmedi.
saat gecenin yarısı olmuş dostum ve hala şehrimize ceylan ertem gelmiyor.
ceylan ertem eğilmez.
teşbih-i beliğ.
kuzey avrupa candır. hiçbir şeyi değilse de müziği candır. bu noktada tarja trunen'dan da elbette bahsediyoruz ama sadece o ve onun tarzında müzik yapanlardan bahsetmiyoruz. örneğin nynke laverman'dan da bahsediyoruz, joose kestilato'dan da. örneğin bir ane brun kolay yetişmiyor. filan filan.
geniş müzik arşivi denildiğinde aklına kaç mb mp3 dosyasına sahip olduğu gelen arkadaşlarımız var. olabilir tabii öyle. muhakkak ben de bir neşet ertaş'ı bilmiyor değilim. lakin sevdiğimi söylemem de mümkün değil. herkes herkesi sevseydi dünya kardeş olurdu cicim, bildin mi? bilemedin değil mi...
hepinizi ama hepinizi uykulara çağırıyorum genç insanlar! hep sabahlara kadar oturup gecelere kadar uyumayınız. biraz da gecelere kadar oturup sabahlara kadar uyuyunuz. biraz da onu deneyiniz.
bir gün belki de günlerden hep cumadır.
pazar, mübarek gündür.
pazartesi sendromludur.
salı sallanır.
çarşamba çarşafa dolanır.
fakat perşembe, ah perşembe. pembe bir perişanlık der gibi. pembe periğ-şan-lık-lar...
üsküdarda 'perili köşk' diye bir köşk vardı ve içinde oturan kadının adı da perihan'dı. parası bol espiri anlayışı kıt bir ev sahibesiydi perihan. keşke dalga geçiyor olsam. ama o kadar gerçek ki... kuzguncuk yoluna yoluna gidenler görürler.
gözlerimde meniler.
gözlerimde meniler, çünkü canım sen suratıma boşaldıkça başka n'olacaktı? hiçbir zaman utanmadın. utanmaz insandın. ve eller kadir kıymet bilmedi annem. gözler bildi mi? onlar da bilmediler. "şimdi sen kalkıp gidiyorsun. git. gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. gitsinler." şair burada, siktirip git, demiş aslında. hayatımı sikmeden git, demiş yani. eline gözüne başlatma, demiş. çünkü cemal süreya bizden sorulur. zaten bu şiiri bir kişi daha ezberden okursa üstüne kusacağım.
hayatta en kötü ağrı diş ağrısı mı, regl ağrısı mı yoksa baş ağrısı mı? belki de kırık kemik ağrısı. yani o kadar emin olamiıyorum ki. hepsi aynı gün olsa o zaman karar verebilirim. ama öyle şey de olmaz olsun!

18.10.13

Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.

bizler en kasıtlı tarafımızdan bu havaları seviyoruz. bu havalardan kasıt gri ve üşüten havalardır. mesela sex hiç yokmuş gibi. aslında kapıcının canı sıkılıyormuş. ondan gidip kocasının üstüne kaynar su dökmüş. mümkündür. tanımıyorum öyle bir kapıcı ama muhakkak öyle bir kapıcı vardır. zaten kapıcı uygunsuz bir kelime. uygunsuz da uygunsuz kullanılıyor. terbiyesizlik gibi bir anlamı yok ki. uygun değil işte. sinsi manalar yüklemeyin lan kelimelere.
crystal castles'ın bir tek şarkısını seviyorum, o da crimewave. o kadar. julie delpy dünyaya gelmiş en yetenekli fransızlardan olmalı. evet seni görmemek için kitabı almak istemiyorum. cevabı araya sıkıştıran türkçe öğretmeni gibi. dün gece herkesin ışıkları yanıyordu ama ben sokaktaydım. ama zaten her gece sokaktayım. ttnet allah belanı versin bu arada.
bir kaç parkta yürüdüm, iyi geldi. zaten benim için hepsi eski halinde. yeni hallerini görmüyorum bile. binecek salıncak bırakmadı şerefsizler. düşünüp kafa yoruyorlar ya, ne gerek var. sorgulayamazsın. git uyu. mesela elektrik kesintisi. çok güzel uyursun. yani geceyse.
çekirdek bağımlılığı birimi açılsın. psikiyatriye. zararı yok diye bağımlılık değil mi? bir de rujla hiç yenmiyor. müthiş sağlık ve kozmetik politikalarımla gümbür gümbür geliyorum a dostlar. mesela dudağını yiyene acı ruj. tırnağını yiyene acı oje oluyorsa bu da olur. denizli de denizi olduğu için denizlidir. yoksa neden denizli olsun. saçmalamayın.
geçen incil'den  bir iki cümle paylaştım, bir saatte 9 like aldı. çoğusu da dine inanmayan insanlardı. ve fakat enteresan. müthiş sosyal deneye dönüştüğünü düşünüyorum olayın. altına matta bilmem kaç yazsam acaba o kadar ilgi görür müyü? kendimi mini peygamber gibi hissettim. allah'ın kelamını kullara facebook yoluyla çaktırmadan iletiyorum.
işte böyle.

10.10.13

olur öyle

rüyamda gördüm. rüyamdaki iş yerim Hacettepe üniversitesi kampüsü, Ege üniversitesi kampüsü ve İzmir fuarı karışımı bir yerde tiyatro salonudur ve daha önceki rüyalarımda bir kısım kestirmelerini, alternatif çıkışlarını öğrenmişimdir. kafasında sorular vardı, belli. iş yerimin çıkış kapısında bekliyordu. salona giriyordu galiba oralar karışık. bir ara bir kaç bir şey sormaya çalışıyordu, şimdi mi aklına geldi, gibi cevaplar veriyordum. git diyordum. binanın içinde ordan oraya gidip daha önce çıktığım tuvalet camından çıkıyordum ve kapıda beklerken onu görüyordum. üstünde her zamanki deri ceketi, içinde benim vesilemle alınan bordo gömleği, gri kot pantolonu, kırmızı kenarlı gözlükleri ve siyah spor-şık ayakkabıları vardı, görüp yanından geçip gidiyordum. kapşonumu kafama çekip akşam gidebileceği yerlere gidiyordum sonra. arkadaşlarıyla. görüyordum. bu kez nedense Antalya sokaklarındaydık. gölge gibiydim. gölgeydim.
sonra uyanıyorum. aklında sorular olmalı. böyle düşünüyorum. sonra ilk sorduğu soruları düşünüyorum. "neden 5 ay sonra söyledin? neden 3 ay sonra bir daha yaptın? neden ablamın düğününe geldin? bir de ablamın düğününe geldin!" bu kadar.
bana göre en son sorulacak sorular ve verilecek tepkiydi. ne yaparsam yapayım ne ilgi çekebileceğimi, ne önemseneceğimi ne de sahiden dikkate değer bulunacağımı düşündürmüştü. en büyük problem ablasının düğününe gitmiş olmam gibiydi.
düğünden önce aradığımda gram dinlemeyerek sinirlenip telefonu suratıma kapattığını çabuk unutmuş olmalıydı. kendimi oraya ait hissetmediğimi ve gelmememin daha uygun olacağını söylediğimde onca işinin içinde saçma sapan şeylerle kendisini oyaladığımı bağırmıştı. o gece çok içmiştim. çoook içmiştim. gece boyu kusmuştum, sabah hala kusmuştum. öğlene kadar kendimi toparlayamamıştım. sonra kuaföre gitmiş, oradan eve gitmiş çorba içmiş, giyinmiş, makyaj yapmış, taksi çağırmış ve hiçbir şey olmamış gibi düğüne gitmiştim. o sıcakta adaçayı içmiştim. asla alkol içememiştim ama alkol bedavaydı. sigara içerken bile midem kalkıyordu. sık sık tuvalete gitmiştim. bir ara leyla nedense 50. yıl köşkü'ndeki film gösterimlerini sunan çocuğu sorma gereği duymuştu. bu muhabbetin üstüne uzun süre tuvalette kalmıştım.
sonra kimse kalkıp 'seni benden iyi kimse anlayamaz, anlamaya bile çalışmaz' denir. ben fotoğrafa bakınca gözlerinin altı morarmış -onca kapatıcıya rağmen- ve gözkapakları şişmiş birini görüyorum. çünkü en az 12 saat aralıksız ya kusan ya ağlayan insanların böyle olması normaldir. o en iyi anlayansa demek ki... yandık. o günkü halimi gören herkes, sen düğüne nasıl gittin ya, diye sordu. o, neden daha erken gelmedin, diye sordu. en çok ben oynadım ya da ablasının bir arkadaşı ama üçüncü isim yok. bir sürü fotoğrafta ve düğün videosunun pek çok karesinde olduğum için gıcıklığına yapmışım gibi gözüküyor. aklımın ucundan geçmedi.
görevim olanı yaptığımı düşünüyorum. görevimi son dakikaya kadar en iyi şekilde yaptığımı düşünüyorum. bir asistan, bir sekreter, bir hasta bakıcı, bir fahişe, bir imaj-maker, bir ik danışmanı, bir eğitim danışmanı, bir psikolog ve neticede bir sevgili olarak son dakikaya kadar en iyisini yaptığımı düşünüyorum. o kadar ki hala ileride lazım olur diye aldırttığım kıyafetleri görevlerini şu anda gerçekleştiriyorlar, o kadar ki acaba iş yerindeki resmi evrak işleriyle ilgili bir problem ya da yapılması gereken bürokratik işler silsilesi olursa nasıl sıraya koyar kime sorar diye düşünüyorum, o kadar ki evine düşen gölgemle yalnız kaldığında nasıl yaşayabiliyor... yaşayamıyor. yaşanmaz. o evde asla yaşayamayacak. yaşanır tabi. görünürde. çok güzel yaşanabilir. ama yaşanmaz. elini attığında cebinden çıkardığı cüzdan bile beni hatırlatırken, yemeğini yedikten sonra yapacağı türk kahvesini pişireceği cezve de, pişireceği yerde yere döktüğü kahve de, en çok da çırılçıplak evde, yapayalnızken, yaşatmayacak.
şimdi kendisinin bitmediği, yitmediği, sadece gittiği filan. öyle mi? naif.
aklında sorular olmalı. neden yaptığıma, neden o iki insanı seçtiğime, alkol alıp almadığıma, ne zamandır bu muhabbetlerin olduğuna, aslında yıllardır mı olduğuna, hoşuma gidip gitmediğine, kendisinde neyi bulamadığıma, bunu neden hak ettiğine, bunu hak edecek ne yaptığına ve neden ve neden ve tekrar neden ama neden yaptığıma dair sorular. olmak zorunda. bu, kişisel bir meseledir. uzaktan bakınca atılıp tutulduğu gibi, benle ilgisi yok,luk bir mevzuu değildir. ne kadar dışsal atfedilirse edilsin içerideki bazı açıkların had safhaya geldiğinin açık göstergesidir. sorun sende değil bende'nin dünyanın en büyük teselli yalanı olduğunu bilmeyen yoktur. sorun sorundur, kimsededir ve herkestedir. sekiz yılda cevabı "salaklık" olarak verilmişse burada yazacağım cevap da bundan ibarettir. umarım artık köpeğin önüne kemik atılır gibi oyalama, uydurma, savsaklama kokan bu cevabın hakikatten böyle olduğu anlaşılır.
her şeyden beni silmesini sükunetle karşıladım da, grooveshark'tan kendisini silmesini nedense kaldıramadım. durup durup taktığım konuya bak. çok mantıklı değil mi?

6.10.13

inş cnm ya

ben bu demirhan tanık'ın yıllar evvel sabancı üniversitesi'nin öğrenci blogunda bi yazısını görmüş beğenmiştim. bugün de tesadüf grooveshark hesabına rastladım müzik listelerini de beğendim. blur'un coffe and tv parçası var listede hani sen düşün. 2007'de keşfettiğimiz parçalar. unutmuşuz yani.
http://akgul.bilkent.edu.tr/Tusiad/KADINRAPOR.pdf
bunu buldum, kadın girişimciliği ile ilgili napılır üstüne bilemedim.
bir de ben olsam evimde benim seçtiğim ne varsa makasla kırpar atardım. kendi zevkimi yaratırdım. bence yani. bilemiyorum.
saat yine 4:20.
hep diyorum, bir adam teoman sevecek. başka yolu yok. yok yok.
yokum diyoooor!

25.9.13

bundan sonra kimi sevsem bach'tır

ironik çağrışımlar ve kötü espri malzemesi olsun diye atılmamış olan bu başlık, 'st.mattew passion'ı dinleyen birinin dışavurumudur.
bach, kimse kusura bakmasın ama, bugüne kadar gelmiş ve gelecek olan en büyük bestecidir. yemişimdir mozart'ı, vivaldi'yi, wagner'i yani.
canım "yaşlanmışsın görmeyeli, şişmanlamışsın".
boş ver yea, benim de yüzüm yağlandı. olur olur öyle.
artık gittiğimiz kafenin resmi daimi müşterisiyiz. özel shut da geldi tam oldu. daha önce kahvaltıya davet edilmiştik, şimdi de kışın fasıla çağırıldık. ah uygarlık aşkı sen nelere kadirsin!
hani var ya 'gönülçelen' diye bir parçası teoman'ın, hah, işte onun ilk cümlesinden son cümlesine kadar hepsini aynen kabul et. belki terapi sürecine bir katkısı olur. ya da olmaz.
beni yalnız bırakmayan ve sabah 6'ya kadar bekleyen herkese teşekkürler. bekleme sebebi ne olursa olsun.
psikoterapi olarak bir grup hastaya sadece bach dinletmek istiyorum. depresyona etki olmasa da manik hastaların dozunu ayarlayabilir diye düşünüyorum.
bu arada st. mattew dediği de bildiğin matta ha, incil yazan var ya hani, o.
bach dinlemek için almanca, 'pierrot le fou' izlemek için fransızca öğrenmek ne kadar mantıklıysa, hayatta olan bir çok şey de o kadar mantıklı.
neah, yine hayat filan. çok bayık. beni bile bayıyor.
bir tane tiyatro  oyunu var bak, 'herkesin bildiği sırlar' diye. onu bulursanız izleyin ablalar abiler.
sevgili bach, senin aşkına 20 çocuk doğururdum, çok samimiyim. bir gün protestan olursam, bil ki sırf senin mezhebine girmek içindir. yoksa 20 çocuğu ancak katoliklik kaldırır, bunu sen de biliyorsun.

23.9.13

sail.



çok hoş "sevişirken dinlenecek parçalar" başlığına gideri olan bir şarkımızmış bu da. bir erotizm yok değil içerisinde.

15.9.13

siz var napmaya çalışmak?

ilayda ismini yazıp aratan manyak kimse benimle temasa geçsin. hasta ruhlu musunuz arkadaşım? oha! şaşırtıyor beni okuyucu kitlem (ilayda'cığım, bizzat sen kendini arattınsa saygı duyuyorum, o başka.).
her neyse yani özetle neyi nasıl arattığımıza dikkat edelim gençler, görebiliyorum lan. sanılıyorsa ki sadece facebook kullanabiliyorum, yanılınıyor a canım.
15 yıl sonra filan ilkokul arkadaşımın gece 2:45'te, biz direneceğiz ama nereden başlayalım, demesi bir tek bana mı garip geliyor, sahiden garip mi?
sevgili İsa, sabahtan beri o kadar ilahi dinledim, bugün seni göremedim. sanki biraz ayıp oldu. ya da benim yaptığım ayıptır. bu işler nasıl işler bilmiyorum zira.
uyuyalım, geceleri işi olmayan insanlara bırakalım.

13.9.13

aaa gidiyor musun ya

biri için dünyayı yakma fikrine yaklaştığım şu günlerde 17 yaş sınırında dolaşıyorum sanki yaptığımız şeyler hiç olmamış da ben o yaşta durmuşum gibisinden şeylerle hayatımı komik bir hale getirerek 8 yıla bir kala ilişkimi bitirerek üzülmeyerek açıkçası üzülemeyerek çünkü üzülebilecek bir şey kalmayarak bir hafta gibi mucizevi bir sürede toparlanarak yahut öyle sanarak ama muhtemelen eskisi gibi üzülmenin yanına asla yaklaşamayacak bir halde sırf bana çay getirsin diye gülümsesin diye elimde eşyalarla yollarca yürüyüp çay içip İsaya benzeyen ne varsa ama en fazla 20 yaşında gösteren jesus christ adı neyse ben İsa diyorum artık ne yapayım evde oturacak gibi değil titriyorum ama bir günde ikiden fazla çay içerek nereye varılabilir tek başına nereye kadar boş boş oturulabilir ben de bilemiyorum belki malın teki ama bir tane daha çay ister misin dışında sesini duymanın hemen hemen hiç mümkün olmadığı aslında insanlar sustukça güzel belki böyle şeyler nasıl oluyordu unutmuşum bütün masa sandalye ne varsa çekip çıkardı yolun ortasına kadar geçebileyim diye ama konuşmuyor fakat konuşabiliyor biliyoruz da sadece konuşmuyor işte ama yavrucuğum hakikatten İsasın sen elden ne gelir Allaha ne Allah diyorum ne Tanrı Lord olmuş o artık tamam Liz ben İsaya seslendim de ayaklanıp gelmesini beklememiştim yok artık filan her gün gidemem ama gitmesem de olmaz gibi gidip ne konuşayım onu da bilmediğimden ben de konuşamıyorum durduk yere de sen kaç yaşındasın denmez ki her olaya da aynı tepki verilmez ki ne olacak bu mide bulantıları be çiçeğim mide bulantısının her türlüsünü yaşadım artık duygularımı mide bulantısının türünden ayırt edeceğim yakında sen düşün bugün de yom kippur günüymüş Yahudilikte pişmanlık dua ve oruç günü 13ü bir de ve cuma günlerden hayat bana hep ilginç zaten çünkü ilginç şeyler dikkatimi çekiyor sen ne kadar güzel bir şeysin muhakkak bir adın var da ne yahu o adın ne ne yaparsın ne okursun okur musun okur gibi duruyorsun onlar annen ve baban mı eylülde şehir dışındaki okuluna ve sevgiline mi döneceksin yoksa başka başka senaryolar mı yazabilirim senin masumiyetinin büyüleyiciliği sesinin titremesi konuşurken hani nadiren konuşurken bakışın gözlerime çekmeden gözlerini ne tatlı bir şeysin yahu kışın sahlebine tarçın serperdim yazın saçlarını toplardım sen sigaraya başlama ben bırakırım ne olacak ah be canım senin adın ne ya da bir bağlamda bu nasıl bir kendimi oyalama politikası belki de bitirilecek işlerle oyala kendini ne yapıyorsun bana mı öyle geliyor içeriden koşup geldin mi ya bu mühim bak gerçekten mühim zira öyle yaptın gibi biraz biraz da ben sana odaklandığımdan olsa gerek ama bir adın var orası kesin de ne ola ki

20.8.13

+waffle

düşünüyorum, vicdani olarak rahatlayabileceğim çok fazla nokta var. biz bunları konuşmuştuk. ileride bir gün mü şimdi mi? bak uyuyamadım. vicdani kaos mu neydi o? emedur aldım ulan. ne demek bu?
herkesin derdini dinleyerek çok süperim. gece evde tek başına kalmaksa ölüm gibi. fakat benim bunları görmem lazımdı. görmesem içim bu kadar rahat olmayacaktı. nerden geldi ki şimdi aklıma?
alakasız zamanlarda saçma sapan yerlerde abuk sabuk insanlar. sorulmasın.
ileride muhtemelen berbat bir hayatın olacak çünkü şu ana kadar işler yaver gitti ya da sen uğraştın ama kimse bununla ilgilenmez bilirsin ondan yine de kötü gitmesi gerektiğini düşünürler zaten herkese bir atarın var be canım.
saat ebesinin nikahı olmuş ben zaten açım.
yea.
ben aylar evvel içerenköy'de neden rakı içmiştim?
oha be canım bütün blogu mu okudun sen şimdi? hey maşallah.

24.7.13

balıklar, ağaçlar ve sokaklar

Bach'ın French Suite'i çalıyor.
Derken seviyeyi yine yerlere indirip Yıldız Tilbe'den El Adamı'nı açıyorum. Çünkü öyle.
Saat de 4'e çeyrek var ha, dün de günün ilk ışıklarını görmüştüm uyumadan. Galiba Ramazan'la beraber oruç tutmasam da civardaki uyanık insanların varlığı beni uyutmayan, haydi suçu hep dışsal faktörlere atayım.
Gezi ile ilgili her konudan elimi eteğimi çektim gibi. Alsancak'a bile gitmiyorum. Genelde Bornova'dan çıkmıyorum hatta.
Taaa Lüksemburg'dan, Moldova'dan filan kart geliyor, bir İstanbul'dan mektup gelmiyor. Artık böyle şeyleri kafaya takarak yaşıyorum. Niye ki filan diyorum, onu düşünüyorum. Şu kadar söyleyeyim, böylesi en güzeli.
Zaten bu saatte kimseye akıl fikir ofisi olmuyorum, boş ver.
Ne yazacaktım ben?
Bak şimdi canım, yıllar önce demiştim ki, yazın melankoliden beslenir. Yani tam olarak böyle değildi de böyle bir şeydi. Şimdi de şuna genelliyorum, yazın problemden beslenir.
Bizim müthiş bir 69 ülkesi projemiz var, bakalım.
İyelik ekleri, aşırı genellemeler, ona buna laf çarpıtmalardan başka bir bokla dolu olmayan şu yapıp ettiklerimin ne manası var? Yok. Yine de işte geçicilik güzelim. Ne var ne yoksa geçicilik. Son günlerde dönüp dolaşıp buraya bağlamaktayız. Üç tane kadın, başka bir derdimiz yok. Sadece bu geçicilik iyi geçsin işte. Bu bile ayar yemeye sebebiyet verebiliyor. Yani işte sürekli bir şeyleri yanlış yapıyorum ama neden yanlış olduğunu bilemiyorum. Sonra sisteme bir düzeltme inputu giriliyor birileri tarafından, o şekilde devam ediyorum. Bunları takacak değilim derken aslında ne çok taktığımı da gösteriyorum ya, o da neyse.
Öfff, seni de severler. İkinci defa. Üç olmamasını umuyorum. Allah'ın hakkı üçtür, kulların hakkı kaçtır?
Uykum varken yazmak çok güç. Israrla devam ediyorum. Saat 4'ü 5 geçmiş bu arada.
Ceylan Ertem'in Soluk albümü bu saatte dinlenmemeli.
Ya, vallahi eskiden olsa ohooo da şimdi hiç uğraşamayacağım.
Gideyim ben.
Ömrümün bilmem kaç yılını intiharla ilgili her şeye verdim. Geçen Liz bir akşam yemeği yiyecek olsam kimi tercih edeceğimi sorunca aklıma ilk Kurt Cobain geldi. Bence artık konuyu değiştirmeli. Ne diyordu Zeynep, hah, İskandinav Cazı.
Goncacığım, hayat hep özlemeklerle dolu. Çok iğrenç bir şey bu. Dün gecenin 5'inde sana sarılmak istedim. Zaten sen, Zeynep, Eda, Yusuf ve Onur. Bir yere gitmeyin artık ya. Çok yorucu oluyor. Bu bencilce söylemleri her birinizden çok kere duyduğum için kendimde bu hakkı bulmuyorum diyemeyeceğim. Anlaşıp hepimizin mutlu olabileceği bir kente taşınabilirsek müthiş olurdu. İşte bunlar da ayrı saçma sapan fikirler.
İnsanlar abuk sabuk dünya rekoru kırıyorlarsa televizyonda yani n'apsam da az gibi.
İyi madem ya.

28.6.13

almanya'ya sevgilerle

şimdi aklına tek bir şey geliyor. bütün o sessizlik ve mutsuzluğunun altında, öğrendiği ama sustuğu bir şeyler mi var? diğerlerinden gelen sorular olup bitenlere mi referans? paranoyaklaşmak kaçınılmazdı.
korkuyorsun. yitmiş bir cesaret ama kabullenmişlik. sora "evet" deyip bavulunu alıp çıkacaksın gibi. yani lafın gelişi öyle bir his veriyor. lisede yaptığınız durum doğaçlamalarındaki gibi. senin kafanda savaşlar oluyordu ama sahneye beraber çıktığın adam sadece masa altına saklanmış küçük bir çocuk olduğunu düşünmüştü. ayrıntıları düşünmekte iyiydin belki ama niyetleri anlamakta başarısızdın. hala da başarısızsın. sana yalan söyleyecek değilim.
-keşke biraz daha gülsen.
-dünyada gülünebilecek o kadar çok şey var mı ki?
-istersen bulursun.
oturup bir yerde onlarca liralık yemekler yiyorsunuz. bazen güzeldir de. aslında ara sıra yapınca hep güzel ve eşsiz oluyorlar. "ne kadar tutabilir ki?" cesaretini verenle, böyle yerlere kimi zaman gitmek gerektiği alışkanlığını edindirenler başka başka insanlardı.
-bak, ileride çok param olursa böyle bir yerde yemek yiyeceğim.
-e, gel gidelim ne kadar tutabilir ki?
-ya saçmalama, ben gelmiyorum.
garsona: -pardon, arkadaşım çok pahalıdır diye buraya oturmak istemiyor da, acaba onunla konuşabilir misiniz?
-tamam tamam geliyorum.
yıllar sonra, yine böyle bir yerde, hatta galiba aynı yerde, işe girip iki saat sonra önlüğü çıkarıp işi bırakmış. "insan ne yapamayacağını bilir." demişti.
şimdi olması gerektiğinden fazla değer verildiğini düşünüyorsun. "hayır" diyorsun, "o ben değilim, gerçekten değmez." çoktan verilmiş bir kıymeti geri alamıyorsun, nefreti alamadığın gibi. sadece yitirmesi kolaydır diye düşünüyorsun. başka türlüsü 24 yıldır yaşadığın bu dünyada gördüğün şeylere bakacak olursan imkansız geliyor.
insanlar bir yerlere gitmeye devam ediyorlar. belki görüp görebileceğin en...
anlamlı bakan mavi gözler daha önce de görmüştün. mesela yengenin gözleri. fakat bu biraz tedirgin ediciydi. tedirgin ediciliği nereden geliyordu, bilemiyorsun.
hep aynı tepkiyi veriyor bedenin, miden bulanıyor.
hayalinde konak'tan eşrefpaşa'ya çıkan o yokuştaki çay bahçesinde oturmak var. müthiş bir manzara ama nasıl. otobüsün o yokuştan kıvrıla kıvrıla inişini ilk kez yeşilyurt'tan sıkıldığında kalkıp gidince fark etmiştin.
çocukken hep hasta ve soğuk. bir de sıkılmışlık vardı. her şeyden sıkılabilirdin. boya yapmak biraz oyalasa da bir yerden sonra onulmaz bir baş ağrısı duyuyordun. hastane koridorlarında sedyeni itekleyen annen ve buhar makineleri. rahatça nefes alabildiğin nadir anlardı. ne yazık ki kütahya'da çok fazla bulunan aletler değillerdi ve nöbetleşe kullanmak lazımdı. hala hatırında kolonyalı mendillerle makineyi silen ve 15-20 yaş daha genç annen. yıllar boyunca annen sana, sen de annene haksızlık ettiniz. freud, hep haklıydı.
basbayağı bir başkasına aşık bir adamla oturup çay bile içmek istemem artık. mesele benim öyle bir adama olan durumum da değil. hep o gölgeleri hissediyorum böyle adamların yanında. keşke benim yerime onunla sokaklar boyu yürüselerdi diye geçiyor iç. sanki yıllar yıllar boyu oturduğun yerde, başının ardında başka bir kadın varmışcasına bakan kimseler olmadı mı? insan böyle bir şeye neden? ve sonra dönüp neden?
küçükken de hep böyle sorardım. neden neden neden NEDEN? AMA NEDEN? bazı şeylerin açık seçik söylenebilecek sebepleri olmadığını öğrenmek, aynı soruyu ısrarla sormaya engel olmuyormuş. bir de "ne istiyorsun?" var, utanç...
avrupa'da gidilecek çok ülke varken, herkesin aynı yere gitmesi ne tuhaf şey...


21.6.13

*insana dair bağzı şeylerrrrrrrrrrrrrrmmgeıjgğeopjrg voperjg q0retı_

tuna kiremitçi biraz konuşsa tamammışım. biz burada yalçın tosun'un türk edebiyatına katkılarından bahsedelim sen gel tuna de kiremit filan. eski karısı iclal aydın olan bir adamdan söz ediyoruz, lütfen.
bu tavır beni mi, kendini mi, 3. tekil kişileri mi aşağılayan bir tavırdır bilemedim ama birilerini.
reyhan pastanesi'nde dondurma yerken her tarafımıza bulaştırmış ve yarım şişe şarap içip gittiğimiz bir başka geceyi anımsamıştık.
bir aralık en sevdiğimiz dans parçasının bir kısmını çaldı bir sokak sanatçısı, sonra hem orta yerinde çalmayı bıraktı hem de bizim elimizde dondurmalar vardı. hayat bazen dans etmekler üstüne kuruluysa da bazen de edememeklerle dolu.
sonra gidip 63'e binerek eve dönüş. halbuki izlenecek before sunset ve before sunrise dvd'leri vardı evimde. ama hiçbir şey gece karanlığında yerde banka kartı bulmak kadar değil.
fiziksel birlikteliğin mana gücünden söz edince galiba nur zannetti. ama inkar inkar inkar.
daha fazla susulacak yılları geride bıraktık. yine de hayatı kendime zehir ettiğim 21 yaşına geri dönsem yaptığım değil yapmadığım ne varsa o.
sonunda 35 yaşında güzel öyküler yazmasına rağmen kitapları satmayan bir yazarla tanışırsam "pardon sizi birine benzettim geçmiş yıllardan" diyeceğim.
bacağımda çocukluktan kalma çiçek izleri. büyüdükçe yerlerini "mavi ya da mor renkli, şekilleri bozuk, eğri büğrü damarlar"a bırakıyorlar.
imbat, baş ağrısı yapan izmir'e özgü bir rüzgardır.

18.6.13

broke but busy

erkek parfümleri ve traş losyonlarının sahibinin ardından bıraktığı koku orada öylece duruyor. "no sweet perfume ever tortured me more than this"
"sahibinin sesi" marka plaklar, bir zamanlar hemen her insanın evinde vardı. sonra çatı katındaki depolara kaldırıldılar.
bir şeye sahip olmak bazen sadece iyelik eklerinde.
<< ETü édi
 ETü sözcüğün son derece karmaşık fonetik evrimini Clauson 41 analiz eder. TTü16. yy'dan sonra ender kullanılan sözcük YTü canlandırılmıştır. ● ETü édgü >> TTü iyi ile ilgili olması muhtemeldir.
Benzer sözcükler: iyelik
bak, Ferit Edgü'nün soy-ismi de buradan köken alıyormuş, gördün mü?
Grooveshark'ta gezer iken Şebnem Ferah'ın kapağı Silent Hill'den fırlamışcasına olan son albümü Od'a rastladım. İşte hayat böyle tesadüflerle dolu.
bu da herhalde Duvara Karşı'da dolmaları klozete döken Sibel Güner'den sonra en sevdiğim sahnelerdendir. yine Sibel'in intihara kalkışıp bileklerini doğradığı sahne ile Cahit'in "Aşığım abi!" diyerek ellerini rakı bardağının kırıklarında parçalaması da favorilerimden.
bir de Soul Kitchen'da Manolis'te dans eden insanlar filan var. o da çok güzeldi:
ama aslında kastettiğim bu değil, adamın kızın elindeki şişeyi alıp kenara fırlattığı:
http://www.youtube.com/watch?v=eK_YVa6ZLKs
fakat bunu nedense video olarak koyamadım.
özetle fatih akın dans sahnelerini seviyor ve güzel kullanıyor.
bir kaç ay aralıksız temple of love dinlediğim zamanları anımsarım.
bir de gang und gaebe var ki alman repine saygı duymuşumdur.

ne alaka konu buraya geldi yine ben de bilmiyorum.

perşembenin gelişi cumadan evvel olur

dünya üstünde çok şey oluyor, mesela bunlardan birisi de aşık olmak.
sen aşka, öpücüklere, sekse, heyecana, hayranlığa belki, dünyadaki tek varlığın vs. vs. olduğuna inancını yitirmişken.
sonra bütün kadınlar hep böyle yani, balerin ve ilayda, özür dilerim sevgilim, onca yıl sonra hala!
sonra annenin yazdıramadığı yahut yazdırmadığı bale kursları ve ritim duygusunun ötesindeki müthiş fiziksel yeteneksizliklerle dolu spor dalları denemeleri.
hımm... evet şekerim daha ne denebilir ki?
bazı günlerde dans etmişizdir. bu bazen bar, bazen ev, bazen fuar'ın çimenleri, bazen de ege'nin kampüsü olabilir. insanlar kimi zaman eşlik etmiş, kimi zaman izlemiş, kimi zaman cık cıklamış, bazen de eşlik etmekte çok başarısız olmuşlardır. fakat ezme ile basma dışında hiçbir folklorik dans figürü bilmediğimiz bir yana, 23 nisan provalarında "salsa hareketi" diye öğrendiğimiz ve adını asla bilmediğimiz iki hareketi de salsa hareketi olduğuna emin olmadan yer yer yaptık. bir de ayakları makas yapınca twist, deli gibi yere vurunca step dansı yaptığımızı iddia ettiğimiz olmuştur. bir ara da tango kursuna yazılalım dedik, sonra izmir'e döndük. fakat yine de işin sırrı onlarca yıldır her türlüsünü (su olsun, buz olsun, düz olsun) -sığlığın doruklarında- izlediğimiz balededir. biraz da opeth dinleyebilmekte.
bunca farklı insanın bir yandan göze hoş görünmesi ama hiçbirinin yeterince hoş görünmemesi de bundan mütevellittir. örneğin birinin hayatında paradoksal olarak yer işgal etmek isterken aynı zamanda sırf iş olsun diye de bunu istemek, yani bir nevi özünde egosal ihtiyaçlar azizim -ki daha neyin egosuysa işte. sonra gidip üzülebilmek de başka bir şey. sonra o kadar da değilmiş, diyorsun.
bir yandan her şeyin manasını boşaltan senken öbür yandan bütün bunlara yüklediğin anlamların çokluğundan midesi bulanan da sensin. evet, belki de bir süre boşalmalıydı, çünkü çok uzun süre çok doluydu.
işte böyle hep geç kalmışlık hissi büyüyerek artıyor. saat 9 uyanmak için geç, saat 11 işe gitmek için, saat 5 öğlen yemeği yemek, saat 7 işten çıkmak için geç, saat 12 kitap okumak, 2 eve dönmek, 4 uyumak için çok mu çok geç.
sürekli arkana bakarak yürümek önündeki her şeye geç. belki de bu yüzden hoş ama zevksiz, haydi zevksiz de demeyelim, gereksiz ve bir o kadar anlamsız hatta tatsız, evet tatsız geliyor 10 sene yahut 4 sene sonra yapılan dönüşler.
"hayatımızda olan adam mutlaka şiir sevmeli, değil mi?"
bizzati şiirlerden soğuyalı ve pek çoğunu abartılı bulalı kim bilir kaç sene olmuş?
"somewhere over the rainbow"
belki de budur, gökkuşağının ötesinde bir yerler. finlandiya?
direnmek bize yarıyordu çünkü depresifliğimizi unutabiliyorduk, sadece, sebepsiz yere yorgunum ama, diyorduk.
son olarak, oturduğumuz yerde konfetili-fişekli bir pastalı kutlama, önce evlilik teklifi zannediyoruz, sonra kızın doğum günü, biri "oğlanın doğum günüymüş." diyor, şaka çok komik diye gülüyoruz, şaka değilmiş, görüyoruz. "vay be" diyoruz, "ne kızlar var arkadaş!". kendi özelimizde 7 yıldır o kızın yaptığını yaptığımızı fark edip evlerimize dağılıyoruz. bunu anlamak bir kaç saat alıyor.

not: telekinezi ile başbakanı öldürmeye çalışmıyorum ama şaşırtıcı zihinsel şeyler var, çünkü canım, inan bana bu başlık senden önce de vardı.

1.6.13

yolu günahsız olan İsa, Tanrı'nın sesini bugün işitmenizi diler

sen şiir yazma hiç bana bana dedimse de değil
ben kendimi kaybettim de gittim Angelikan'lara sığındım
halbuki insandık şarap kadehi doldurmuş bak annen sana
yar atıcı sloganlarla savunduk stadyumda takımımızı da duyan olmadı
var git ben daha düşünüyorum rodin heykel diyor!
gökten şiir yağıyordu geçen de pandomim, gaz yemişler, ben yoktum
çok uluslu ibatemiz hakkında adil olan Tanrı "iyiydi" (yaratılış 1:31)
fakat sevgilim sen nem alan değilsin ki denize giresin
öyleyse veronika ölmeden kafka babasına mektup yazsın
çünkü ben ingilizce dua çay ve sohbetteyim; kon kene de beklerim

30.5.13

ben parkları severim

ben taksim'i de severim. taksim'i o şekilde bu şekilde şu şekilde düzenleye düzenleye düzenleyemediler de çukurlarına insanlar düştü.
hayatta her şeyimiz alış veriş merkezi olsun ki biz insanlar tüketmek tüketmek tüketmek... tüketmek "y kuşağı"nın (bu aralar çok popüler ya bu terim) sorunuyduysa eylemi neden onlar yapıyorlar da daha ılımlı ve kıymetbilir bir kuşak başka işlerle uğraşıyorlar.
şimdi bu taksim gezi parkı düşerse, tıpkı eğitim sisteminin değiştirilmesi eylemlerinde olduğu gibi, tıpkı diğer bir sürü eylemde olduğu gibi, ben bu insanların umudu nereden geliyor anlayamamaya devam edeceğim. bir de luther nasıl yapmış da olmuş onu da anlayamayacağım.
insanların çadırlarını yakmışlar. insanların. çadır. yakmışlar.
onlar ağaç ve insan ve çadır ve bir kaç kedi köpek. öyledir, parklar öyledirler. çocuklar koşar, insanlar sohbet eder, yaşlılar dinlenir, geceleri içilir, her daim neden geldin demez de bekler park. ben, parkları çok severim. dünyada parklar gibi misafirperver hiçbir yer yoktur. okur yazarsın parkta. seyyar bir çaycı da varsa, ne keyif ama! parklar böyledir. çimenlerinde yayılınılır, aşık olunur parklarda, evsizler oralarda uyurlar. hatta bazen evi olanlar bile parkta yatar.
hiçbir kimse anasının evinde böyle rahat etmemiştir.
şimdi bir park var, çok merkezi diye, bütün suçu bu. işte bu yüzden yok edilmeyi hak ediyor diyorlar.
eğer central park gibi bir yer olabiliyorsa, dönülüp bakılmalıdır.
lafa gelince maneviyatın mühim mesele olduğundan dem vuruluyor. karıncayı incitmemenin erdeminden, allahın yarattığına dokunmamak gerektiğinden... ağaç onlar ağaç! öylece yaşar gider ağaç, y a ş a r!
ağaçları, parkları, taksim'i artık, bir zahmet, rahat bıraksınlar.
çünkü parklar gibisi yoktur.
biraz nefes bırakın,
biraz özgürlük.
zor değil.

28.5.13

n'aber?

yaşadığına çok seviniyorsun sonra yine öyle bir sinir ediyor ki endişelendiğine küfür edesin geliyor. yea boş ver kızım bunları. hay allahım ya rabbim. ya bırak bunları ablacığım. vallahi.
aç kitabını oku, işine gücüne bak, git buca'ya taşın, gez dolaş, para harca, nedir yani? sonra söyleyince komik oluyor. hakikaten de öyle.
bir an fazla ileri gittiğini düşünüyorsun sonra az bile demişim diyorsun allah hepimizin belasını versin.
ulan sen mi kurtaracaksın o mu ötekini kurtaracak. bu blogda 9852 kez dedik ki, kimse kimseyi kurtaramaz. şimdi bizzati sen dahil herkesin manyakça bir intihar eğiliminin olduğu tuhaf bir insan grubuyla yaşıyorsun, sonra postmodern yaşayan sen oluyorsun, hacı nasıl işler bu işler?
iyi neyse hala cümle kurabiliyormuşum, performansımdan bir şey eksilmemiş. gerçi, neyse en azından yazın güzel,e indikse de pek bir farkı yok bu ikisinin. hay amına koyayım sayın seyirci, kafka mıyım lan ben? ha? shakespeare miyim? değilim. değilim ulan. olaydım iyiydi.
çıkalım bütün bunların içinden ve gündelik şeylerden söz edelim böyle bülent ortaçgil'in light albümü gibi olsun. gerçi onun da sırf adı light.
n'apıyorum abi ben, ha? ya da n'aptığımı zannediyorum? gidip şu belarus'daki "are you fucking killing me?" diyen kızla mı evlensem? hayır sırf lars von trier seviyorum diye hani. olacak iş değil. ama oluyor. yapmış olmuş.
işte böyle anlarda dönüp yaşadığın aşırı kontrollü düzenli hayatı sorguluyorsun, sonra geri dönüyorsun. dönüyorsun çünkü dönmelisin yani sen de başka türlüsünü yapamazsın. such a lame. you know? bıraksalar alkolik filan olur işe gidemezsin. (aslında bıraktılar ve bunlar olmadı ama o zamanlar bu kadar içebileceğinden bi haberdin.)
ya belki de sen o kadar hiçbir şeyinden memnun değilsin ki, millet de olmasın diye çabalıyorsun. yine de psikoterapiyi reddetmeye devam edeceğim.
ağzıma yapışan yavşak "yea boşver n'olucak." nereden geldi? bilip de bilmezden gelme sanatı vardı sanki yea neydi o? bilemedim şimdi.
ben birinden çok sıkıldım ama öbüründen de çok sıkıldım. belki kendimden sıkılmışımdır ona da emin değilim. ama bu kez gerçek anlamda anlamsız olacaktı. zaten rüyamda ruh eşimi buluyordum, daha doğrusu babam buluyordu bana, sonra biz mesajlaşıyorduk filan, herifin çok enteresan kuralları vardı, hatta belki herif bile değildi, ama bir şekilde çekici geliyordu vs. şekli şemali nedir elleri sıcak mıdır terli midir bilemeden uyandım. sonra bu belaruslu kız çıktı işte, vay woody allen mı hay amına koyiim trier vay anasını filan dedi. rüyam çıktı bir şekilde. hep ne varsa bu 93'lü kızlarda var zaten, gerisi yalan dolan, gerisi hikaye.
gittikçe ağzımı bozarak nereye varacağımı zannetiğimi ben de bilmiyorum ama her şeyden sıkıldığım bir andayım. yemişim senin de onun yüzüne bakamayışını bununla oturamayışını. al, n'oldu, artık benle de konuşmuyorsun. adamın biri böyle durumlarda tüm sakinliği ile ayakta alkış tutardı. işte aynı ondan gelsin. hoş ben senden de sıkıldım.
herkes de benden sıkılsın. evlerine gideyim, niye geldin siktir git, desin. o kadar kaba olmadılarsa da nezaketli reddedişleri olmuştu çok da yalnız hissetmiştim. o kadar üzülmüştüm ki kendimi mediko'nun psikologunda buluvermiştim. o da o kadar mal çıktı ki allah onun da belasını versin.
işte ne istediğini bilmeyince böyle oluyor. bütün bunlar istiflenip istiflenip bir yerde girecekler ama nere ora ve ne zaman? bekliyorum.
şimdi saat de geç olmuş, uyumak da istemiyorum ama uyusam da iyi olacak gibi.
ahmet yesevi gibi inzivaya mı çekilsem n'apsam, bilemedim. bir ömür sadece ekmek alacak kadar param var nasılsa, olabilir yani. zaten en güzeli bir kilisede rahibe olmaktı. yanlış coğrafyada doğduk.

26.5.13

3-2-1!

bir şeyleri, birilerini ya da temelli bırakıp gidilesi noktada camı açıp çığlıklar atmak. şahsi kanırtmalardan sonra yüzsüz gibi bir de yapacağın işe bak. 
sabaha kadar oturup geceye kadar uyuduktan sonra hayata kaldığı yerden devam edeceksin. postmodern düşünüp kaygan zeminde, hatta zeminsizlikte, öylece yürüyormuşum.  
gideceğim diyorsun, gideceksin, git. hiç kimsenin kimseyi durduracağı yok pek. zaten böyle şeyler filmlerde olur.
postanelere uğramadaki şevkimizi yitirdik, doktor. bizim çocuk çok zeki ama çalışmıyor.
sahi, ben modernizmden hiçbir şey anlamadığım gibi postmodernizmden de anlamam. anlamadığım bir şey nasıl olabilirim? bu bir övgü müdür sövgü müdür kim bilir.
bulut, sevgili bulut, sayın bulut, bulut'cuğum, bulut bey... paralel evrenlerde sıfatını kaçırdığım andayım. bir şeyleri sürekli "fazla" yaptığım için özür dilerim. o şeylerin de isimleri yok mesela. sen okudunsa anlarsın.
artık eğlenceli ve komik şeylerden bahsetmiyoruz, dün dedim ki, evimde pek az şiir kitabı vardır ve bunlar benim içimi filan açan cinsten şeyler de değillerdir.
lorca- öldürüldü
emily dickinsaon- intihar etti
nilgün marmara- intihar etti
orhan veli- çukura düşüp öldü
zaten ben şiirden de anlamam.
etrafında bir avuç insan var ve sen kötü davranıyorsun. silkeleyip kalana mı bakıyorsun?
sen bunu daha önce de yapmıştın ama bilinçli değildi.
şu insanoğluna bir bak/ne etik kalmış ne de ahlak
bir hikaye anlatasım var ama başını sonunu çıkaramıyorum. belki sonra...
son dediklerimin denmemesi gerekiyordu galiba. bunlar incitici olmuş gibi duruyor. uyarmışlardı. ama reddedildi. ben ne yapayım deyip sıyrılmak kolay.
uzatmayalım.

24.5.13

"Sözcükler sürer yüzüne/Gül cezası"

Nilgün Marmara'nın Kırmızı-Kahverengi Defter'ini pdf olarak bana Dilek yollamıştı, çok oldu. Dün biz Alsancak'ta Arkadaş Zekai Özger'i anarken birileri ölmeye devam etti. Sonra ben eve döndüm.
Ben Gül Mevsimidir'i okuyamıyorum Gonca. İtalik harflerle karşılaştığımdan beri bir türlü okuyamıyorum. Üzgünüm. Belki sonra,                    belki sonra,                   belki sonra...
diyerek ne çok kitaplar yarım bıraktık.
Anlattığın şeylere alamadığın cevapları bekliyorsun, bu biraz sıkıcı bir iş oluyor.
Ben aslında daha da yazardım, hem de nasıl yazardım, hala da eksik kalan şeyler vardı, mesela daha çok aşağılamalıydım kendimi, öyle ya, hep seni mi üzmeli? Ama bu yazıp çizme işi bağımlılık yaratmaya başlayacak ve ben o 80 sayfanın her bir milimetre karesini doldurduktan sonra ya yeni bir defter alma ihtiyacına düşecek, ya da günlük rutinlerde bir aksaklık, bir boşluk hissedecektim. Bazen kesip atmalı.           Sonra sana onu vermenin bir anlamı kalır mıydı? Şimdi oldu mu? Bilmiyorum. Söz konusu sen olunca, emin olamıyorum, emin olamıyorum söz konusu sen olunca, sen, sen, sen...
Sen, incelikle işlenmiş beyaz bir mermerden yapılma heykel gibisin. Öylece bütün gün ne kadar özenli yapında seyir etmek. Ama estetik zevklere pezevenk midir heykeltıraşlar yani? Zaten böyle bir şeyi istemek zır delilikse de sen çekmedin mi saatlerce saatlerce yürüyen ve giyinen ve soyunan ve çimenlerde yatıp uzanan bir Dengesizin filmini? Bir de efendi, bir de kaba, bir de pornografi öz anlatılar izletmiştin, hatırladın mı?
Oysaki neler izletmiştin.
Şimdi hala, yıllar yıllar sonra, bütün bunlar hakkında, birdenbire gibi görünen ama değil, konuşmalar niye? Aslında külliyata baksan ayak bileğin kendine takılır.
Benden bir şey isteme!                          din ki........................ İsteseydin, keşke isteseydin.
Bir yerde Besame Mucho çalıyorsa aklıma Tezer Özlü gelir ama, çalmasına da gerek yoktur hani. Ben hiç tanımadığım o kadını özlüyorum. Belki tanışsam hiç sevmezdim. Ne bileyim. Nereden bilebilirim ki? Kuş Yuvası'nda bir ağacın altında imiş mezarcağazı. O kadar yazar şair aynı yerde! Sağcısı, solcusu, eşcinseli, militaristi, Kürdü, Hicazkarı. Hicaz karı. Hicaz kanı. Belki de asıl barış mezarlıklardadır. İnsan soluk alabiliyorsa kınayabilir, ayırabilir, üzebilir gibilerinden şeyler.
Her yaşlı, bende yaşanmış seksler anımsatıyor. Merak ediyorum, nasıl? Bak hep bunlar bilinmeden bir sürü babaanne toprak altında şimdi. Halbuki bir zamanlar etine dolgun ve sıcaktılar. İsteyerek ve istemeyerek hamile kaldı çoğu, dünya nüfusuna katkı...
Birisi şimdi kalkıp "Pınar yeter artık, ne istiyorsun benden?" diye sinirlice sorsa içimde bir çökertme halayı başlar. Göğüs kafesimde çok büyük ağırlık.
Şimdi önüme beyaz yahut nasıl olduğu hiç fark etmeyen kağıtlar koysan, mesela bir fatura arkasında kalan boşluk bile olabilir, ona bile yazmaya devam edeceğim gibi. Edeceğim gibi, devam, devam edeceğim. Çünkü bazen, yani her şey uçuşur ve tam oturamazken, bir nevi şizofreni kriterlerini tutturmaya yakınsarken oluyorlar. Ben ebediyet geçtikten sonra dönüp bakıp bakıp hiçbir meal okuyamıyorum.
Şimdi ölüme beyaz yahut nasıl olduğu hiç fark etmeyen kefenler koysan, çalan şarkı yarım kalır.      Özentili yazılarla kendimizi boyalardan oluşan şaraplara vurduk ve bokumuz bile bordo çıktı.
Benim camı açıp çığlık atasım var ama aklımdan çıkar mısın lütfen, ya da son bir kez konuş benimle. Sen böyle derdin ama yarısını. Çığlıklar bana ait.
Bütün bu şeyler bende geç kalmış acılara sebebiyet veriyor. Alkol almak istiyorum, alamıyorum. Açıkçası kıvranıyorum da umurunda olmasın, istemem. Burnum kanasa belki rahatlardım. Neden evdeyim ben bugün cuma gecesi değil mi? Artık çok geç. Saat geç. Sen geçmişsin. Çok mu?
Kimin haklı olduğu mühim değilse de, ortaya çıkan duygunun rengi turuncu mudur? Gece rüyalar gördüm ama uyandırmayayım dedim, uyanınca bana mesaj atsana.

22.5.13

Bir 'Başroldeki Kadınlar' Değil

22 Mayıs 2013 saat 12:00'de DEÜ İİBF Konferans Salonu'nda Ken Ludwing'in yazdığı 'Başroldeki Kadınlar' adlı oyunu seyretme fırsatım oldu. Adeta Vedat Milorvari bu girişim böyle sürmeyecektir. Bu tip yazıları yazmayı da aslında pek sevmem ama yazmak gerekti.
Öncelikle İktisat Oyuncuları'na bu insanları çağırdıkları için ve bu festivali düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Ama daha fazla teşekkür edecek bir şey bulamıyorum. Keşke bulabilseydim.
Oyunu oynayan Balıkesir Üniversitesi Merkez Tiyatro Topluluğu idi. Oyunun konusu esasında Türk filmlerinde dahi yerini bulan, ölecek zengin birinin mirasına konma planıyla evlerine giren iki adamın daha sonra aşka tutulması. Hiç de enteresan değil belki. Ama soluksuz izletti. Çünkü, yerinde oyunculukları, abartısız dekor ve kostüm seçişleri, iyi yapılmış makyajları, grup bütünlüklerinden gelen tatlı bir dinamizmleri vardı. Asıl şaşırtıcı olan şey, ev sahibinin İktisat Oyuncuları'nın bir noktadan sonra hırçın ve yersiz raddeye gelen eleştirileri oldu.
Fuayenin yarım saati boyunca tartışılan konu: Neden Shakespeare değil? Neden öğretici bir oyun değil? Üniversite festivalleri öğretici olmasın mı?
Oyunun fuayesi dediğin nedir sorusunu sormaya çalışan birinin anında susturulması inanılır gibi değil ama gerçekten oyunun fuayesi ne?
En son konunun vardığı nokta: Bu oyun adeta bir çocuk oyunu olmuş! Oyunculardan biri çok yerinde bir şekilde şunu sordu "Çocuk oyunu kolay oyun mudur?"
"Güldürmek çok mu mühim, onu zaten Devlet Tiyatroları filan yapıyor."
Hadi ya? Devlet Tiyatroları didaktik oyun da oynuyor, bu nasıl bir misyon anlayışı, sahi misyon ne? Niçin üniversite tiyatro toplulukları didaktik oyun oynamak zorunda? Bütün ömrümüzü Çehov'dan Vişne Bahçesi filan izleyerek mi geçirmeliyiz? Eğer eğlenceli bir şeyler görmek istiyorsak özel tiyatrolara çok para baymak ya da devlet tiyatrosunun ilk günü biten biletlerini almaya çalışarak mı başarıya ulaşmalıyız? Üstelik komedi oyunu çıkarmak didaktik ya da dram oynamaktan çok daha zor, bir kaç yıllık şahsi tiyatro geçmişini bir kenara bırakıyorum, ben bir referans sayılmam ama Ferhan Şensoy sayılır herhalde.
"Üniversite festivallerinin misyonu olmalı arkadaşlar, kolaya kaçmışsınız."
Üniversite festivallerinin misyonunu belirleyen kim? Senin topluluğuna göre, Atinalı Timon'a deneysel ögeler katmak, bir başkasına göre tiyatro kültürü edinmeden üniversiteye gelmiş insanları tiyatro atmosferiyle tanıştırmak ve sevdirmek olamaz mı? Sırf bu adamlar amatör ve misafir diye misyon sorgulamasına hunharca girebilmenin kolay olduğu ortada.
"Dekorunuz çok sıradan olmuş, salonda hantal koltuklar filan..."
Dekorda kullanılan koltukları DEÜ'den sağlamışlar. Eğer konu hantallıksa bu durumda verilen cevap "E koltukları siz verdiniz?" gayet iyiydi. Yok salonda koltuk olması fikri klişe geldiyse bak bu noktada hak vereceğim, hep koltuk yani, her salonda, olacak iş değil. Halbuki evlerimizde TV karşısında jakuzi olsa, bikinilerle onun içinde takılsak hem daha modernize hem de yaratıcı olabilirdik. Burdan iç mimarlara bile sesleniyorum, lütfen, herkes aynı şeyi yapıyor, 4 yıl bunun için mi okudunuz?
Ben bu tartışmalar sırasında şunu gördüm, misafirperverlik ve hırçınlık birbirine girmiş. EÜTT de onlarca topluluğu getirtip oyunlar oynatıyor, oynanan oyundaki pek çok şey vasatın altında bile kalsa tırmalayıcı değil yapıcı eleştiriyorlar. Ayrıca kimse konuyu üniversite festivallerinin amacına getirmiyor. (En azından adam akıllı sahnelenen oyunun tartışması bitmeden getirmiyor.)
Ve dahi kendi şenlik programın içinde tam iki kez kendi oyununu oynuyorsun, üstelik de aynı oyunu oynuyorsun. Bu nasıl bir egosantrizm? Biraz EÜTT'den esinlen. Biraz mütevazı ol. Biraz az hırçın ol. Biraz makul eleştir. Biraz "nasıl yaptınız"ı sor. Hatta karşılıklı birbirimize ne katabilirizin peşinden filan koş.
İnsanlar Atinalı Timon'dan çıkarken "Off çok sıkıldım ne saçma oyundu." diyordu. Başroldeki Kadınlar'dan çıkarken "Güzel oyundu, eğlendik." diyordu. Evet, eğlendik diyordu. Öğrendik demiyordu, ağladık demiyordu, ne de güzel deneysel çalışmışlar demiyordu ama 'güzel oyundu' diyordu.
Ben bunları Atinalı Timon üstünden yazmak istemezdim. Açıkçası ağzımı açmamak için Atinalı Timon'un fuayesine kalmaktan bile kaçındım. Hatta burada yazdığım bir çok şeyi de sildim. Ama eğer diğerlerini böyle uzun uzadıya, böyle gereksiz, böyle parçalayıp atarak eleştirme hakkını kendilerinde buluyorlarsa en azından  bunları yazmakta da sakınca yoktur herhalde.
Bizim çıkardığımız oyunlar müthiş miydi? Hayır değildi, hatta o kadar değildi ki arkadaş repliğini unutup "Ay sinirden repliğimi unuttum!" diye bağırdı, terliğini sahneden aşağı fırlattı, ses arka taraflara hiç mi hiç ulaşmadı, korolar berbattı, oyun anlamsız bir şekilde yarım saat daha uzadı vs. vs. Bakarsan Aziz Nesin oynamıştık. Üstelik bizimki her ikisine de girerdi, eğlendirirken düşündüren cinstendi. Konu Aziz Nesin olunca bu noktada herkes susar. Ama kötü bir oyun çıktı ortaya. Kalkıp "O kadar insanı tiyatro sahnesine çıkarmak kolay mı a canım." diye sabaha kadar savunabilirim ama olmayınca olmuyor.
Balıkesir Üniversitesi Merkez Tiyatro Topluluğu'ndaki bir kaç oyuncu ile bir kaç dakika konuşabildim, onların asıl derdi üniversite yönetiminin yaptıklarını hiç mi desteklememesi idi. Dokuz Eylül'e de kendi üniversiteleriyle kavga ederek geldiklerini söylediler. Çünkü bir otobüs bile ayarlanmamış adam akıllı. Okullarındaki sahnenin çok dar ve kullanışsız olduğunu ifade ettiler. Bu işle, oyuncu olarak katılamasa da en azından izleyici olarak katılacak daha fazla Balıkesir Üniversiteli yaratmak istediklerini belirttiler. Belki daha söyleyecekleri çok şey vardı, ama fuaye amacına ulaşmadı. Zaten bunları da bir bana söyleyebildiler.

Not: EÜTT (Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu) üyesi değildim, hiç olmadım, olmak isterdim.
Not2: Ne İktisat Oyuncuları'nı ne de Balıkesir Merkez Tiyatro Topluluğu'nu yakından tanıyorum. Hatta o kadar uzağım ki hiçbir oyuncunun, dekorcunun, makyözün, ışıkçının yahut yönetmenin adını bile bilmiyorum. Sadece gözlem.

seni kandırmak hep kolay

yine o muhteşem hikayelerle doluydu.
zaten hep öyledir.
mesela salinger çişini içiyormuş diye bir söylenti var. yani olacak iş değil.
bazen elimden sırça sürahiler bırakıveresim geliyor. hem de yattığım yerden. sonra kim temizleyecek diye vazgeçiyorum.
"kadınlar birbirlerine her şeyi anlatırlar"mış. hadi ya? hangi kadınlar onlar? ben de tanışmak istiyorum.
sevgili insan, ben seni kızdırmak istememiştim. vallahi bak. sadece çok uykum vardı. bir de, bir de. saçma bahanelerim.
önce atatürk'ten bahsedip sonra enginar yemek değişik bir fantezi ürünü. özellikle ilk kez enginar yenecekse.
sonra gidip sanırsın ki her kadına evlenme teklifi ediyor. sonra gidip sanırsın ki herkesle öyle uyuyor. sonra gidip sanırsın ki kim olursa olsun ama birisi olsun istiyor. birden durup emin olursun ki bunların hepsi yalnızlık. başka da bir şey değil. bir de oturup ağlasak mıydı? sahi ağlamak oturmakla mı anılır olmuş?

20.5.13

ayça kubat'ı abartmak

ayça, bir arkadaşımın arkadaşı. benim gördüğüm bir kaç saat için nil karaibrahimgil parçalarında dans eden yaşam dolu bir insandı. kendi dikiş atölyesini açtı, orada özel kostümler, dans kıyafetleri filan tasarlayıp dikiyordu. sonra öğrendim ki intihar etmiş. hakkında çıkan hemen hemen tüm haberleri okudum çünkü intihar olgusu ciddi anlamda ilgilmi cezbeder.
sonra bu kız, bir bacağını kaybetti. ama yaşıyor. şu anda "engelli" bir birey olarak dünyayı gezme planı var. bunun için daha önce pegasus'tan bir seyahat kazanan ayça şimdi de internet adresinde "donation" topluyor. bu işi sokakta yapsa dilenci derler. kimse kusura bakmasın.
http://www.sabah.com.tr/Akdeniz/2013/03/04/isik-yargin-yilin-kadini-ayca-kubat
böyle de bir gazete yazısı var hakkında yazılan.

17.5.13

tumblr nedir ne değildir

tumblr'a alışamadım ve pek sevmedim, şimdilik, o yüzden buradan devam edeceğim galiba. derdim günüm tumblr'ın takip ettiğim hesapları silmesi oldu. hala anlam veremiyorum.

14.5.13

bahar temizliği

hoşlanmayarak taşınıyorum:
http://morpisimelinda.tumblr.com/
belki buraya da yazarım ya da oraya alışamam burada kalırım. bakacağız.

11.5.13

pencere önü çiçeği was here

feci halde kırıcı laflar ediyorum. kontrol bile etmiyorum artık. etmek de istemiyorum. birileri de bana ediyor. demek ki, diyorum, canımı yakmak için sebepleri var, ama ne? çünkü benim olduğu için öyle davranıyorum. yoksa neden yapayım. on senedir yapmamışım.
millet benim ufak tefek laf dokundurmalarımı bie şey zannediyor, bayılıyorum. genelde çok da farkında olmadan yapıyorum gerçi, huy olmuş herhalde. mesela bugün dr. oetker'de gezerken amblemindeki kadının burnunun çok havada çizildiğini ve feci halde ukala bir görüntü sergilediğini söyledim. sonra herkes şakaya vurarak konuyu değiştirmeye başladı. fakat bu o amblemdeki kadın silüetinin burnunun havada olduğu gerçeğini kesinlikle değiştirmez. hep dediğimiz üzre, sosyal normlar filanlar falanlar. adam çizerken bir şey olmuyor da siz söyleyince ayıp oluyor.
her neyse, ben birine bir cümleyle bir şey diyorsam aslında hiçbir şey dememişimdir. dememiş olduğumu bu ara önüme gelene bir şeyler demeye başlayınca anladım. sanki ben dünyanın en müthiş ve duyarlı insanı gibi mi davrandım o insanlara, yoooo. ama bu tip saçmalıklara tahammül edemiyorum artık. gereksiz özürler, saçma gülümsemeler, ah gördüğüme çok sevindimler... "hep aynı nakarat, anlat anlat"
işte böyle olunca aslında gerçek adaptasyon problemleri yaşanıyor.
biraz viski-sodanın kimseye zararı görülmemiştir.
ne diyorduk?
şimdi genç insanlar soruyorlar, abla napalım diye. ben de, takılın kafanıza göre nasılsa hiçbir şeyi değiştiremeyeceksiniz, diyorum. direk böyle demiyorum da bunu demeye getiriyorum. eskiden sevdiğim artık sevmediğim buket uzuner'in bi dediği vardı, insan zamanında yaşaması gereken şeyleri kontrol edip erteledikçe ileride karşısına çıkıyor ama her şey yaşında güzel, filan gibi. hatta trenle dünyayı gezme fantezisinin 60 yaşında da olabileceğini ama  pek eğreti duracağını örneklemişti. yani ben onur'a dedim aslında, eşikte geçen her saniye zamana ihanettir, sonra olmadık anda olmadık şeyler yaşatarak öcünü alır zaman diye. sen de sarhoş muhabbeti gibi, ben diyeyim kötü bir yazar benzetmesi adeta. ama öyle yani bu zaman denen şey. hiçbir saçma ayrıntıyı hafızasından silemeyenler için über alles.
mesela sen mesaj atarsın, o gider salak salak şeyleri uzaktan izlediğini belli eden mal mal hareketler yapar. ama işte sonu yok yani. ben gidip diyecektim de demedim. ne diyeceğim ya, ne gerek var. baksan sözlüklerde bile adı yazar. hem de taaa 2010'da yalnızlığından yakınıyor diye. ulan hala yakınıyor, bak nolmuş, üç yıl olmuş. olmuş mu? olmuş. peki sorarsan neden olmuş diye, cevabım şudur: o kadar arıza çıkarmıyor, o denli duygusal anlamda bağ kurmamışcasına yaşıyorsun ki, olup olacağı en iyi hali bu. insanlar elbette aptal olmadıklarından bir şeyler hissediyorlar ama, his seviyesinde bıraktığından onlar da seni bırakıyorlar. sonra şuyunu buyunu özlüyorlar, geliyorlar, reddetmiyorsun bile. onu bile yapmazsın. sonra yine gidiyorlar. geliyorlar, gidiyorlar, geliyorlar, gidiyorlar... adeta bir 525, sanki bir kadının kalçaları... neyse, kalçaları bırakalım.
velhasıl öylesin. bütün o güzeller güzeli varlığını heba ediyorsun da hiç haberin yok. ellerinin bir kitabı tutuşu bile ne kadar zariftir bir bilsen. ama bilemezsin.
viski-soda iyidir, bülent ortaçgil de öyle.

29.4.13

ellerin ellerimde kaldı/dudaklarımda dişlerin

Şimdi saçma sapan şeylerden bahsetmenin vaktidir.
Bir akşam eve geliyorsun kafanda saçma sapan sorunlar, diyorlar ki Barcelona'da eskiden beraber oyun çıkardığınız kızcağız balkondan düşüp ölmüş. Sonra sonra sonra sonra...
Ya da böyle bir anda lisede yakın arkadaşın olan bir kızın nişan fotoğraflarına rastlıyorsun.
Bu insanlarla bir zamanlar yakın arkadaştın artık alakasız şekilde ölüm gibi evlililik gibi haberlerini gazete haberi gibi alıyorsun.
Aslında konu bu değil, bu hiç değil.
Çünkü insanın şahsi olayları diğerlerininkilerden daha mühimdir. Bu hep böyledir. Ya da ortak geçmişler. Mesela insanlar diğer kısımları konuşurken aynı hazzı almaz. Olmaz yani. Elde değil.
Neyse, daha önce de belirtildiği üzere konu bunlar hiç değil aslında.
Ama yaklaştık.
Onca yıl durup durup bir anda olmayacak işlere kalkışıp hiç vicdan azabı duymamak ama vicdan azabına gönülden inanmışsın filan böyle. İşte duymuyorsun. Bilakis, memnuniyet duyuyorsun. Sonra bugüne dek insanların yaptıkları tüm o açıklamaları diline doluyorsun. Aslında hepsi onca yıl sana bahane gibi filan gelmiş. Önyargılar üzerine hayatta ne kadar ders alsan az azizim.
Aslında bir gün alakasız bir adla başka bir blog açıp her şeyi alenen yazmak isterdim. Belki yaparım, bilmiyorum. Ama işte, nereden başlasan boş. Hani hep başından dersin ya, başı neresi ben de kaçırdım. Mesela bu da bana eskiden salakça gelirdi. Hadi len derdim, her şeyin bir başı vardır. Lakin gel gör ki bir olaydaki insan sonradan tanıştığın bir insanla alakalı çıkıyor mesela hoppala 1996'ya filan dönüveriyorsun birden. İşte meğer her şey o zaman başlamış aslında. Sen yokken senin gelişinin altyapısı kurulmuş. Şimdi böyle de kulağa çok gerzekçe ve Azmi Varan'ı haklı çıkarırca geldi. Öyle değil ama bazı şeylerle ilgili Şebnem Ferahvari bir tutum sergiliyor, kelimeler yetse, diyoruz. Yapacak bir şey yok.
Önümüzde iki seçenek var. Ama aslında şahsen benim elimde de sayılmaz yani. Yine de sayılır. İşte böyle anlarda psikologa 250 lira bayılmak gerekiyor ki hiç niyetim yok. Çünkü şurası bir gerçek ki bu sorun senin sevgili insan ve hiçbir psikolog sihirli değnek taşımıyor. Yani o rezil kararı vereceksin ya da sürüneceksin. Sen bilirsin.
Mesela Sertab Erener'in şöyle bir parçası var. Söz-Müzik Sezen Aksu.
Bir sabah eve geliyorsun.
Aslında gelmek istemiyorsun. Ama geliyorsun.
İşte böyle gecelerin sabahları olmamalı. Nasıl bir yazar romanı istediği yerde bırakıveriyor, hayatta da orada bırakıverebilmelisin.
Ters köşe pişmanlıklar.
Böyle zamanlarda Fikret Kızılok dinlemek gereklidir. Çünkü huzur Kızılok'un o yumuşacık sesindedir.
Yaaa, demek öyle ha? Sonra kafasını sallar, bazen de gülerdi.

5.4.13

to Rome with love

panoramalarla dolu bir Woody Allen filminin daha sonuna gelmiş bulunuyorum. İspanya, Fransa ve ABD'den sonra İtalya'nın da yaşamak için müthiş bir yer olduğu fikrine kapılmadan edemediğimi söyledikten sonra bu adam ölmeden İstanbul'da da film çekse ya diyorum.
günlerdir bahsedip durduğumuz bir konu vardı, o da insanın tatminsizliği. sıradan adam Pisanello'nun şoförünün, filmin sonuna doğru söyledikleri her şeyin özeti: "Hayat; fakir olsun, zengin ve ünlü olsun kimseyi tatmin etmez.Ama zenginle fakirin ortası kesinlikle en iyisidir."
Bana göre bir Barselona, Barselona değildi ama Penélope Cruz'u yeniden bir Allen filminde görmek gayet güzeldi.
Monica gibi kadınlar, Monica gibi erkekler. bu arkadaşlar hep bir sıkıntı sebebidir. dünya onların etrafında döner filan. şimdi böyle yazınca kıskanıyor musun olacak. ne ilgisi var, herkes bazen Monica, bazıları daha çok Monica.
Bu surata hangi erkek dayanabilir? 
Masum buğulu bakışlar, hafif aralanmış güzel bir ağız. 

Woody Allen kendi filmlerinde oynayamamaktan çok sıkılmış olsa gerek ki, bu filmde kendine de bir rol yazmış. her zaman olduğu gibi yine işinde başarısız bir adam, adamın her şeyi didikleyen, üstelik de psikiyatrist, bir eşi var.  fakat bu kez Yahudiliğe üzülmeyi bırakan Allen Tanrı'nın yokluğu meselesine girmiş.
yine bir sürü siyasi göndermesi olan film, güzel bir Roma gecesi manzarasıyla kapanıyor.


3.4.13

burger king'de hasat vakti

bana iyi gelen şey bu, yüzleşme ve yüzleştirme. çok pis patlayacak ama patlayana kadar iyi. çok iyi. refresh. f5. ohooo yani.
genç insanlar evlenince her şeyin yoluna gireceğine inanırken yetişkinler de bunu destekliyor. ancak kimse kafanda geçmişe dair bir şey kalmayacak diyemiyor. hatta daha çok bunların insanı sıkıştırıp zorda bıraktığını gözlemliyoruz. nikahteki keramet insanların artık bir şeylerden feragat edip birilerine katlanmaya karar verişinin sözü olmalı.
birbirini uzun yıllardır tanıyan insanlar sonra bu yeni gelen eşe yazık gözüyle bakacaklar, hiçbir şeyden de haberi olmayan bir zavallı. 25-30 yılını şansı varsa bunları öğrenmeden geçirip göçecek bir zavallı.
bu böyledir ama herkesin böyle değilmişcesine lay lay lom yaşaması tuhaf karşılanmaz. çünkü insanlar akıl sağlıklarını böyle korurlar.
akıl sağlığını koruyabilmek mühim bir meziyettir. mesela bende ondan yok. işte o yüzden bana garip gelen her şeyi sıradanlaştırmış insan oğluna/kızına saygılarımı sunuyorum.
ne demiştik, kimse dürüst değil, kimse ahlaklı da değil. çünkü en azından zihninden geçen bir moralite karşıtı düşünce muhakkak vardır. hal böyle olunca dolmuşa binme goy goya gelme.
şimdi mesela ben bu defterleri dürüp büküp kaldırdıktan sonra n'apıcam, ötesine bakmayacağım. çünkü geriye ihtimal ve ihtimallerden gelen sorumluluklar kalmayacak. fakat zor bir iş. yanlış yerlere girince çıkılamayan ve istemediğiniz insanları yakabilecek bir çizgide yürümek. ama sonu güzel ferah açık.
canım hamburger istedi, yarın burger söyleyeyim bari.

İade Edemem.


Hayatta bazı şeyler var, mesela istediğin anda sigara içememek gibi, bunlar adama çok koyuyor.
Barış Bıçakçı'nın kitabında bir bölüm vardı. Evlerinde yaşayan ve platonik olarak aşık oldukları kızın yaptığı abuk sabuk şeyleri gülümseyerek karşılıyorlardı ama eski sevgililerinin filan vaktinde bu ufak tefek şeylerden çok canını yakmış insanlardı aslında (Kitaptakini hatırlamıyorum ama diş macununu ortadan sıkmak filan gibi şeylerden bahsediyoruz). Bunun böyle bir garip his olduğundan filan söz ediyordu. Sahiden garip hismiş. Dur yapma!, deyip elinden alasın geliyor, için gidiyor, yapamıyorsun. Öööööyle bakakalıyorsun giden geminin ardından. Hayır sorsalar verecek cevabın da yok. Ben yapmadım mı diyeceksin? Tabii ki ben yaptım diyeceksin.
Var, bazı şarkılar var mesela Yasemin Mori'nin Konuşmak şarkısı olabilir, içindeki döngüsellik sanki döner merdivenlerden aşağı aşağı yuvarlanıveriyormuşsun hissi yaratıyor. Hayat da bazen öyle merdivenlerden yuvarlanır gibi.
Mesela bazen de şöyle, Before Sunset'teki gibi. Öyle şehrin içinde yürüyüp gidişleri gibi. İnsan bir Paris boyu yürümek istiyor. Lakin burası Paris değil. Aydınlanma yaşamak bu olsa gerek.
Sürekli Ceylan Ertem'den bahseder gibi olmasın ama o kadın nasıl güzel Ali diyor. Şarkının hikayesi çok rahatsız edici ama, işte o Ali yok mu. Var.
Sen bazen insanlarla konuşuyorsun. Bu çok normal bir eylem. Buraya kadar sorun yok. Ne o geçen bir geyik vardı, birine ismini sormuşlar da, ben isim değilim fiilim, demiş. Bunlar sorun işte abi. Bazen susmak gerek. Bazen de istediğini, planladığını, hesapladığını söyleyemiyorsun ya da söylemiyorsun örneğin o da garip bir şey. Bu fikir de geçiyormuş uğramış gibi. Niye peki, niye niye? Hep öngörüsüzlükten. Hep egosantrizm. Hep öyle şeyler.
Dün Zeynep "ıkınarak yaşamak zor" dedi, otobüste gülme aldı. Ikınarak yazmak da hiç kolay değil sevgili Zeynep. Gerçekten.
İşte tam da bu yüzden psikologa gidiyoruz. Açık açık söyleyemeyeceğimiz şeyler var. Psikolog nasılsa kimseye söyleyemiyor, böyle bir kafa rahatlığı yok. Ben şimdi arayıp kimlere kimlere neler demek istiyorum ama olmuyor. Çünkü, bilmem kaç yıllık arkadaşın olduğundan bir hukukun oluyor, ayıp oluyor. Çünkü hayatında işgal ettiği yer sebebiyle hayatındaki başka insanları incitecek konumda. Çünkü bazı adamların hayatlarında bazı kadınlar var mesela (ya da işte tersi) saygı duyup çekilmen gerekiyor. Çünkü senden büyük olduğundan terbiyesizlik etmiş oluyorsun. Çünkü senden daha yüksek bir mevkide olduğundan hayatını kaydırma ihtimali var. Çünkü anan baban (özellikle bu kısma hastayım zaten, anan baban olması başlı başına yeterli). Çünkü elinin köründen dolayı. Çünkü eşşeğin zikinden ötürü.
Konuşamıyorsun, yazamıyorsun, blok blok üstüne. Sanırsın O'neil'la teke tek kalmışsın ama adam 2.16 sen 1.59. Attığının anlamlı bir yere gitmesi için mucizeye ihtiyacın var.
Neden kimsenin hayatı temiz değil arkadaş? Kimseye, gel de beni geçmişin yüklerinden kurtar, diyemiyorsun (deme zaten, lafın gelişi). Yine çünkü, zaten herkesin kurtulmayı umduğu bir geçmişi var. Ve çünkü, kimseyi kurtaramazsın. Yok yani, denedim gördüm olmuyor. Zaten çoğunun da çözümü yok. Tek çıkar yolu unutup devam etmek. Ama gerçekten unutup. Öyle unutmuş gibi yapınca çıkı-çıkıveriyor. Bir yandan da bazı şeyler unutulmuyor be kanka. Elden ne gelir. Oturup ağlasak mı, sarımsaklasak da mı saklasak napsak? İşte ben demiştim, öyle bir adam olacak ki, neyse. Adam olana çok bile.
Ohooo aslında ben neler demiştim, ne lokmalar yemiştim. Şu anda kendim bile okusam anlayamayacağım göndermelerle dolu yazılar var mesela. Şu anda hiç görüşmediğim adamların çektikleri kısa filmleri izlesem daha çok şey anlarım, o derece.
Buradan boşluğa sesleniyorum. Aramazsan görüşülemiyor. Bekledim, ama, karşılaşmadık. Demek ki, arayacaksın arkadaşım. Ha sen aramazsan ben zaten arayamam. Suçu üstüme alamam. İdare edemem anne, idare edemem!

1.4.13

alışırsın, bu kokulara

İstanbul'da geçirdiğim her bir günü o kadar özledim ki burada ne yaptığımı sorguluyorum. Blog'da geri gitmeyi kaldıramadım. İstanbul'a taşındığım günler...  Saatlerce ağlayıp dursam da faydası yok. Oraya gidince de mutlu değilim çünkü.
Dün gece göğsümün üstünde bir ağırlık vardı. Çığlık atmak istedim, saatlerce uyuyamadım.
Sanırım kendimden kurtulmadan herhangi bir şekilde mutlu olamamaya devam edeceğim. Yusuf, e mutlusundur herhalde, deyince, bilmiyorum, ne desem boş, diye cevap verdiğimde sinirlendiğini fark ettim. Madem burda da mutlu değilsin ne demeye kalktın gittin İstanbul'dan. Böyle der gibi baktı. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Ona ayakbağı oluyorum gibi hissediyorum.
Dün gece 00:30da eve geldim diye annemin surat yapmasını kaldıramıyorum artık. Bir şey demedim ve sabah da huysuzca davranmaya devam etti. Kendimi balçığın içine çekiliyor gibi hissediyorum, kaçmak istiyorum.
Yahu ben bıktım.
Tek bir hayat var ve ben doğru düzgün yaşamak denilen sosyal öğretilerden memnun muyum, bu raydan çıkarsam geri dönmek istediğimde dönebilecek miyim, bilmiyorum.
Geçmişin sürüklediği her türlü fikirden, olaydan, insandan, tercihten kurtulmak istiyorum.
Keşke kendimi özgürleştirmek için daha fazla çaba harcasaydım/harcasam.
Keşke bir de annem ket vurmasa.
Keşke insanlara sormam gereken sorular olmasa artık.
Neden annem benimle iş birliği yapması gerekirken babam yapıyor? Sadece didikleyerek ve hiçbir şey söylemeyerek ne yapıyorsun anne?
Allah hepimizi kahretsin.
Neden ve nasıl birbirimizi kanırtmaya bu kadar meraklı olabiliyoruz?
Hayatta yapacak anlamlı bir şeyler olmalı, ama ne? Ama ne? AMA NE?
O kadar acı çekiyorum ki şu anda ölsem hiç üzülmem. Vazgeçmekten korktuğum bir şey yoksa neden çekip gitmiyorum? Çünkü doğacak olan yeni problemlerle ve tatminsizliklerimle uğraşmak istemiyorum da ondan.
Her şey çok gereksiz, her şey bırakıverilesi.
Artık kendimle kalmaya da katlanamaz oldum.
Tek sevdiğim şey güzel havalarda karşılıklı sigara içebildiğim bir kaç insan.
Dayım erkenden alkol ve sigaradan tüm damarlarını tıkayıp bu dünyadan 30'lu yaşlarında göçtüğünde belki de mutluydu. Ama hiç sormadım. Sanırım hiçbirimiz sormadık. Hiç mutlu olmuş muydu, onu bile sormadık.
Ceylan Etem - Kaçıncı Yarın
Ama sigara içmene de kızarlar, annen baban bölüm başkanın hatta ingilizce öğretmenin bile kızar. Evet kızar.
Birine bir soru bir kere sorulur, ikinciyi de sorunca gerçekten nahoş bir şey çıkacağından emin oluyorsun artık.
Daha fazla bir şey diyecek değilim. Yazdıklarımı tekrar okumaya dahi tahammül edebileceğimi zannetmiyorum.

19.3.13

Şu anda fark ettim ki Şubat ayında hiçbir şey yazmamışım. Oluyor böyle zamanlar. Çok koşuşturmacalı bir dönemdi. Üstelik kendi odam bile yoktu.
Her neyse, yine günlerden bir gün, biri bana "Indie pop/rock seviyorsun ama bu müziğin temel felsefesi nedir?" dedi. O zaman da bilmiyordum hala bilmiyorum. Bilmemek değil öğrenmemek ayıpsa da herhangi bir yerde herhangi bir şey de pek yazmıyor zaten. Soruya soruyla karşılık vererek "Bir felsefesi mi olması lazım?" demiş olduğumu umuyorum. Ama dedim mi demedim mi anımsamıyorum. Bağımsız işte. Bir çok insanın nefret ettiği ve her şarkısını birbirine benzettiği bir tarz. Ama ben seviyorum. Ve hayır, müziği felsefesi olsun diye dinleseydik sabah akşam Ahmet Kaya dinlemek zorunda kalırdık. Şu noktada ben de protest müzikten nefret etme hakkımı kullanıyorum. Ve sırf bu hakkı kullanabilmek adına sığca paragraflar yazıyorum.
Bütün bu geçip giden zaman içinde ömrümde geçirdiğim en kötü yıl nasılsa 2012 olmadı. Ama açık ara 2011 en kötü idi galiba. Karşılıklı bir çok insan birbirimizin hayatına girip çıkıp çeşitli katliam çalışmaları yaptık. Sonuç doktor heste ben heste. Gerçi bir açıdan da hiç fena değildi. Bir sürü alkol alındı, kim bilir kaç çeşit intihar girişimine tanık olundu, açlıktan göz kararmaları yaşandı, inadına saçma sapan konferanslarda oturuldu,  berbat kıyafetlerin içinde korkunç makyajalarla gezildi, sayısız derse girilip çıkıldı, onlarca sınav olundu, tuhaf romantik ilişkiler gerçekleşti vesaire vesaire.

18.3.13

Midnight in Paris

Midnight in Paris, yeterince Woody Allen filmi izlemiş biri için tam bir Woody Allen filmi! Woody Allen'ın karakteristiği olan bir kaç öge burada da mevcut. Erkeğin hayatını mahvedip yazmasına engel olan bir yahut bir kaç kadın (bu filmde Zelda Fitzgerald ve Inez), bir Yahudi (yine bu film için Pablo Picasso), genelde New York'lu bir kısmen ünlü reklam yazarı (normalde Woody Allen oynardı ki kendisinin de bir parçasıdır her yüz Woody Allen filmi "eleştirisi"nde de belirtildiği üzere, bu filmde Owen Wilson oynamış, karakterimizin adı da Gil) ve tabii ki çapraşık aşk ilişkileri.
Bunlar önemli değil ama Woody Allen film çektiği her şehri "yaşamaya değer" gösteriyor, bu da garip bir, işi gücü bırakıp kalkıp gidelim ve Manhattan'da bir balerin, Paris'te bir yazar, Barcelona'da bir ressam olalım, hissi uyandırıyor. Bir de evlilik aşkı ve ilhamı öldürür. Ve bir de dünya aşık olunabilecek bir çok insanla doludur. Ah, kadınlar yatakta tuhaf değil iyi erkek isterler. Yahudi olmak üzüntü vericidir. Ve tabii ki evlilik aşkı ve ilhamı öldürür. Elbette, bunu daha önce de söylemiştim! Tesadüfler iyidir. En önemlisi de ıstakoz pişirmeyi bilmiyorsanız pişirmeye çalışmayın!
Midnight in Paris, muhtemelen en azından çocukken bile olsa her insanın aklına gelmiş olan bir zaman yolculuğu masalı. İşin Woody Allen;'laşan hali aldatıldığını bile fark etmeyen ve kendinden emin olmayan yazarın sürekli reel dünyaya dönüp duruşunda. Allen'ın bütün aşk hikayelerinde gerçekçi bir taraf muhakkak vardır. Böylesi bilimkurgusal bir filmde bile. İşte bakınız Kahire'nin Mor Gülü vs.
Kahire'nin Mor Gülü demişken aklıma Woody Allen'ın dahi ve yakışıklı oğlunun -dahilik tamam ama ikinci kısmı çocuğun Allen'dan olmadığını düşündürüyor, ama sonuçta annesi de Mia Farrow onu da göz ardı etmemek lazım- babasının yaptığı en sevdiği filminin Kahire'nin Mor Gülü olduğu geldi. Bunu da Milliyet gazetesinin mi ne bir hafta sonu ekinde ben diyeyim Ayşe Arman sen de başka bir papparazimtrak köşe yazarımtrağının yazısında okudum. Hatta buldum:
Ayşe Arman imiş
Şimdi ben yine her yazıya başladığımda coşku duyduğum ve ortasında dağılıp sonuna doğru, aslında hiçbir şey yazmasam daha iyi olurdu, dediğim yerdeyim.
Anlıyorsun değil mi?

14.3.13

Into the Wild

Bu film bir pasif intihar hikayesi mi? Bir ergen saflığı mı? İntikam öyküsü mü? Özgürlüğün doruğu mu?
İlk izlediğimde ne düşüneceğimi bilemedim, ama filmi izlediğim sitede "Aptal bir babadan zenginin mal mal gezip sonunda gebermesi." gibi bir yoruma çok sinirlenmiştim.
Sonra biraz araştırayım dedim ve hakkında makaleler yazılan bu adamla ilgili aslında bu yorumu yapan kişi ile benzer yorumlar olduğunu da fark ettim. Doğal park korucusu "Tam bir aptallık!" demiş mesela. İnsan neden pusula almaz?
Merak ediyorum, o otobüse rastlamamış olsaydı ne olacaktı? Gezip geri mi dönecekti, yoksa ormanın derinliklerinde daha önceden belki soğuktan mı ölecekti?
Daha da merak ettiğim bu hikayenin ne kadarının gerçek olduğu.
Wikipedia'da şöyle bir şeyle karşılaştım: "Bu adamın birden bire bir kahraman ilan edilmesi beni şaşırttı."
Christopher McCandless bir kahraman mıydı? Ya da yola çıkarken böyle bir niyeti var mıydı?
Çoluk çocuk sahibi olmak, bir aile kurmak, bir kariyer sahibi olmak hayatın hangi noktasında önem kazanıyor? Hatta sanırım hemen hemen herkesin bir noktasında önemini kaybediyor ama genelde görmezden geliniyor.
Freud'a göre seven ve çalışan insan mutlu insandır. Freud'u sorgulamak her ne kadar günahsa da (kendi kuramı içinde dinle alakasız) ben çalışıp mutlu olan bir insan görmedim. Belki de Freud'un çalışmaktan ne kastettiğini anlamadım. "Çalışan insan tükenir işte.", Mediha Korkmaz.
Mutluluk ve gerçek nedir ve gerçekten hayattan ne istiyorum? Her geçen gün cevabı daha da flulaşan bu soruları biraz daha flulaştıran bir yaşam öyküsü izledim.
Ve kim bilir kaçıncı kez benzer yorumları yaptım.

12.3.13

Beklenen filmler hep geç gelir

Bugün bir şeyler izledim, bir şeyler de yazdım üstünde sonra sildim. Neden yazıp neden sildiğimi açıklamıyorum. Ne demiş Kanık, onu da edebiyat tarihçisi bulsun.
Tamamen aç ve ofiste oturmuşken bütün gün sadece film izleyerek ve başkasını arayıp tamamen tesadüf eseri beni bulmuş ve sorularına tatmin edici cevaplar alamamış insanlardan ve tatlı getiren bir başka iş arkadaşı dışında kimsenin aramadığı 8 saatin sonuna gelirken bunları sırf yazmak için yazdım, bir şeyler yazıp silmiş olmanın verdiği ekrandaki boşlukla.
Bazen diyorum ki, internet kayıtları tutuluyor mu acaba ofisteki? Her yere erişim de serbest. Bir de odada kamera var mıdır diye sorguladığım oluyor. Odada birinin olması dedikodu yapmaya olmaması burnunu karıştırmaya sebep oluyor, her türlü milletin eline koz.
Let me singing a waltz.

7.1.13

ve sonunda hepimiz kendi hayatlarımıza ayrı ayrı devam ettik gittik...

bir gün -mesela baharın 15'i olsun- bir kaç kıyafet giyip çıkardıktan sonra -mesela bir jean ve bir t-shirt kombinasyonları varyasyonları olsun, belki de bir kazak ve bir kumaş pantolondur- tekinde karar verip evden ayrılmış olsun. yürüsün. sokakları geçsin. otobüse binebilecek olsa da binmemiş olsun. mesela kafası bozuk olabilir, ya da üşenmiyordur veya ne bileyim hava güzeldir filan. varsın bir kafeteryaya. fonda rock müzik çalan bir kaç eskitilmiş, belki de sahiden eskimiş, siyah boyalı banklardan ve ahşap masalardan oluşan bir yer de olabilir, günün popüler parçalarını çalan renkli puflarla dolu bol aydınlatmalı bir yer de, belki de doğu türküleri çalan ve şark odası şeklinde düzenlenmiş bir mekan da makul sayılabilir. işte öyle. 1,5 liradan bir çay ya da 7 liradan bir esspresso söylemiş olsun. geç kalmış, zamanında gelmiş ya da erken varmış olması da fark etmez. otursun. sonra/önce/o anda beklediği kişi gelmiş olsun. "eee..." desin. eee, sorgulayan, ne diyeceğini bilemediğinden vakit kazandıran ya da kekemelikten gelen uzunca çıkmış bir eee olabilir bu. "evet." desin, "ne haber?". meraktan, öylesine ya da nezaketen.
"iyi" desin karşısındaki de. içeriği tamamen belirsiz.
sonra müzik girsin araya. belki 15 saniye. ama daha uzun gelen.
"demek  calvivo okuyorsun ha?"
"evet, seni beklerken kesişen yazgılar şatosu'nu okuyordum."
sonra yine müzik.
sonra bir kaç el tavla.
sonra hep müzik.
"hala şiir yazıyor musun?"
"eh, üç beş bir şey var işte."
"güzelmiş."
sonra müziğin de değiştiği anda gelen tuhaf sessizlik.
"bir şeyler yer misin?"
"atıştırabilirim."
sonra hamburger, gözleme ya da ayvalık tostu yenilip ayran, kola belki de ice tea içilmiştir.
ve konuşulması gereken her şeyden uzak şeyler.
vesaire,
vesaire,
vesaire...
"demek artık başka bir şehirde yaşa..."
"ben bir arkadaşla buluşacaktım yarım saat sonra alsancak'ta/kızılay'da/kadıköy'de... geç kalıyorum."
"tamam o zaman. ne taraftan?"
"aşağı doğru. sen?"
"ben yukarı."
"o zaman sonra görüşürüz."
"görüşürüz."
sonra,
hiç.