10.12.10

sen aşkı çiçek böcek güneş bulut bok püsür

winnie the pooh'lu defterim bitti. tam da evrimsel dersinin orta yerinde. üniversiteye başladığımdan bugüne bitirdiğim ilk defter. (def-ter kelimesi sanki teri def eden bir insanın yaz günü attığı çılgınca haykırışın post-modern sembolü gibisinden bir takım şeyler ya da bence ben çok üşüyorum bilemedim.) o açıdan kederlendim. şimdi işin gücün yoksa yeni bir şebelek defter bul. fakat nereden? eylül geçince kırtasiye malzemesi değersizleşiyor her yerde, hiç ilginç şey gelmiyor. peki ya seneye eylül'de de öğrenci olabilecek miyim? ah ah.
yemeksepeti.com beni kutsamalı bu kadar alış verişten sonra bence ya. tiramisu da mı alsam ne yapsam? yoksa hiç kumpir almasam mı? annemin cüzdanını çalarcasına cebinden çıkarıp akşam yemeği yediğim halde kumpir ve tiramisu da yemek istiyorsam acaba hamile miyim? ya da midem artık boşluğa açılıyor da benim mi haberim yok? neler oluyor bana, neler oluyor sana, bize neler oluyor GÜLÜM?
peki ya ben aşkı çiçek böcek güneş bulut sandımsa tarkan ne sandı? mevsimine göre uyuyup uyandığıma göre de sanırım baharda uyanan kışları uyuyan hayvan cinsinden ayı demek istiyor ki baya dolambaçlı yollar seçmiş. peki ya tarkan'a neler oluyor? brad pitt tarkan'a kaç basar? burda da kelime oyunu vardı ta arkana demek istemiş gibi davranıp sanki brad pitt'in arkama basmak gibi niyetleri olduğunu öne sürüp gülen kuzenler tanıdım ben, evet.
aldım vallahi tiramisuyu da. fakat bu tiramisu italyanca değil de japonca olsa daha bi yakışırmış. çinççançonglu bişi. hatta dayhatsu markasını andırmıyor mu söyleyiş bakımından?-gerçi sırf su geçiyor diye küçük sırlar'daki su'yu da mı japon ilan edeyim? bilişsel çarpıtma, aşırı genelleme filan yaptım apaçık ayol.
az önce yemeksepeti beni arayıp siparişimi buraya teslim edemeyeceği iddası bulunan destina'yı bana şikayet etti resmen. ama yollayacaklarmış yine de. bi de önce suratıma kapadı sonra tekrar aradı filan bir tuhaf. belki de şarjı bitti ya da biz bittik? kenan'a soruyorum? hangisi kenan? hem zaten destina tribe girdiyse cocoloco'da da var kumpir, allah allah. üstelik cocoloco bize destina'dan on metre filan daha uzakta ama bu tarz olayları yok nedir yani? kızdım bak.
bir de ben bu aralar bir tuhaf oldum blogumu okuyan insan kaldıysa onlara seslenerekten. bildiğin aile terbiyesi görmemiş kız gibi etek giyerken oğlan çocuklarıyla futbol oynamak isteyip de yetmezmişcesine, sen kaleci ol, dediler diye anneme ağlıyor gibiyim. ne yaşamımdaki sorunları tespit edebiliyorum, ne de bence olmayan sorunlara çözüm üretebiliyorum. hasb(p)?el kader biri isyan ederse bazı şeylerin yanlış olduğunu baya geç idrak ettikten sonra çözümsüzlükten saçmalıyorum. çünkü çözümü aramaktan bulsam da göremiyorum zaten. genel arama modundayım, odaksala geçemiyorum, hadi geçtim doyurucu davranışa ulaşmadan tekrar dön genel aramaya. böyle de kısmet olmaz ki seni gidi zalim yar?
bi de odun gibiyim, duygularımı kaşlarımla beraber kuaförde aldırıp orda bıraktım sanki. ve kaş çıksa da duygular çıkmıyor gibi gibi?
ve burnum donarken şimdi gelen komiden kim gitsin de alsın yemeklerinin derdine düştüm. kapıyı açmak bile korkunç zor geliyor. kapıda donarak öleceğim ya da kapıya giderken öyle efor sarf edeceğim ki enerji tükenmesinden öleceğim gibi gibi. ama bir ölüm var sonuçta. orda hemfikirim. kendi kendimle hemfikir olmak da ilginçmiş, neyse.
resmen saçmasaydım bari.
of çok sıkılmışım resmen, bari tv izleyeyim. de salona kim gitsin? en zayıf halka mı? tiksinç miyim neyim? öf...

30.11.10

pöh.

sevgili blogger,
gözlemlerime göre herkes seni terk etmiş. geçmiş olsun. zira takip ettiğim blog sahip/sahibelerinin en son yazdığı yazı en erken bir hafta öncesine ait. ne acı ama değil mi?
oğlum 4ünde ingilizce sınavım var lan çalışasım billahi yok vallahi yok.
blogun cinsiyetinin erkek olduğuna da nerden kanaat getirdimse.
östrojen eksikliğinden nöron azlığı yaşadığını filan mı düşündüm acaba?
sanki biraz laf çarpmışcasına mı oldu nedir.
hadi bana eyvallah, yolum açık olsun inşallah.

18.11.10

Bir Bayram Tatilinden Notlar

İstanbul'u özledim. Ama nasıl. Geçenlerde dolmuşla eve dönerken Manisa yoluna daldı gözüm. Uzun uzun gitseydim İstanbul'a. Ankara'ya da olurdu. Orayı da özledim. İnsanın az da olsa anılar saçtığı yerleri özlemesi hazin gözüktü gözüme. Geçen de otururken Kadıköy'den döndüğümüz gün geldi aklıma, Cevahir'de kahve içişimiz sonra, Leyla'yla İstiklal'de kafam güzel geçen geceden sonra saat 2'de nasıl Fatih'e döndüğümü düşündüm, otobüse binişimle odada Yalın'ın klibini izlediğim iki sahne arası koca bir boşluktu. Sonra Pelin'le Ankara'da kendi icat ettiği soslara kızlarının adını veren bir adamın dükkanında -hatta Tuğçe idi sanırım biri- gözleme gibi bir şey yediğimi hatırladım. Ve gecesinde hayatımı kurtaran sıcak şarabı. İçtiğim en güzeliydi. Ankara'da sıcak şarap bir başka mıdır, bilemedim fakat Mersin'deki de en kötüsü olabilir. İzmir bu konuda vasat.
Bayram tatilinde hasta oldum, üstelik de tatil biter bitmez pazartesiden cumaya 7 tane sınavım var. Bugün perşembe ve ben hemen hemen hiçbir şey çalışamadığım gibi bir de bütün gün ya Freecell oynadım ya da Nat Geo ADVENTURE izledim. Yemek tarifleri, sınırda uyuşturucuyla yakalananlar, kutuplarda kalın buzu elektrikli testereyle kesmek suretiyle kendilerine havuz açıp yüzen kardeşler filan... Keşke bunlardan sorsalar ama sormayacaklar, biliyorum. O yüzden kimi sıkıcı kimi karışık kimi bence saçma bazısı da eğlenceli olan bir dolu konuyu okumak duruundayım. Üstelik de ancak ve ancak tek bir gün dışarı çıkabildim daha. Oysaki planım hem arkadaşlarımı görmek hem de ders çalışabilmekti. Velhasıl, hastalık köyü şey dostlar. Hatta bak sıcak bastı ve baş ağrım azdı. Ama yatamam, vaktim yok.
Backstreet Boys'u da nasıl dinliyormuşuz ya,  Just To Be Close To You adlı parçaları çok kötüymüş, başım bundan dolayı da şişmiş olabilir. böh!
Ve yazımı bir klişe ile tamamlamak istiyorum: Nerde o eski bayramlar, nerde o kavurmalar, nerde?

10.11.10

geceleri günlere sayıp/kendi derdime yanıp/sen ağlarken ben güleceğim

Bu aralar bir değişiğim. Zaten belli olur hep. Sinirlendiğimi fark edip orda duruyorum. Sonra takmayıp sıradan bir şey duyuyormuşum gibi davranıyorum. Sonra o şey hakikaten sıradanlaşıyor ve unutuveriyorum. Ooooh kafam rahat, benden iyisi de yok.
Bir başka durum da şu: benden mühimi de yok. Ne acıyorum ne sabrediyorum ne tahammül ediyorum. Ne gerek var? Kim uğraşacak? Boşveriyorum, hoşgörüyorum. Tabi canım yanarsa soğuk sakin acısını çıkartıyorum. Asla affetiğim görülmemiştir. Kimse de beni etmesin. Umrumda değil açıkçası. Hak ettimse etmişimdir, ne diyeyim.
Ama bir Aylin Aslım melankolisine dönüş de yok değil. Daha doğrusu Aylin Aslım asiliğiyle gelen umursamazlık ama aynı zamanda tepkisellik rüzgarı filan gibi bir şey. Anlatamamış olabilirim. Ama bu halimi çok seviyorum. Ara sıra gelen bir hal bu ve üçüncü kez yaşıyorum. Sanırım antidepresanların yardımıyla oluyor, zira hep antidepresan kullandığım döneme denk gelmesi tesadüf olmamalı.
Oooooh, bok gibi de anlatmışım vallahi derdimi. Kimse de bir şey anlamaz, şahane olmuş.
Aman neyse, anlamazsa anlamasın. Bu da benim kafa salatam, ne yani?
Hem zaten dişim ağrıyor ama neyse ki cumaya randevum var böyle mubarek mubarek giderim.
Sevişmek de güzel ama
Elde yok libido.
Al bu da bir diğer postmodern denemem olsun insanlığa. Attila İlhan göndermeli.
Şu da başlığıma adına veren şarkı olur: Aylin Aslım - Karar Verdim Niyeyse saplandım bu şarkıya. Üstelik de orijinali Nilüfer'in olmalı. (Evet Google da onayladı, öyleymiş.) Ama bu halini daha bir sevdim. Normalde Nilüfer pek sevmem, belki ondandır.
Acılrımı birer birer yakıp gideceğim...

24.10.10

herkesin kendi hayatı var!

evet, herkesin kendi hayatı var, bu doğru. fakat şu da var, bazı noktalarda bu ayrık hayatlar çakışıyor, kesişiyor, birbirine giriyor. bu bize diğerlerinin hayatına müdehale hakkı verir mi? ya da verirse bunun ayarı nedir?
örneğin anneler çocuklarının hayatına bazen fazla karışır. o kadar ki delirme kıvamına gelirsiniz. evi terk edesiniz filan gelir, ağlarsınız, bağırır kapıyı çarparsınız filan vs. sonra geçer gider, bir orta yol bulunursa bulunur, anneyi değiştiremeyecekseniz kendinizi değiştirirsiniz ya da sinir ola ola devam edersiniz. peki bu durum artık idare edemeyeceğiniz boyutlardaysa ne olur? peki ilişki anneyle değil sevgiliyleyse? evet işler baya karışır ve değişir. sonuçta anne annedir ve anne olacaktır. demogojinin dibine vurmuş gibi duran bu cümlenin özü: anneyi terk edemezsin canın sıkılınca da sevgili edileblir.
soru: sevgilinin hayatının sınırları sizi psikiyatriye gidecek seviyelerde seyrederse ne yapmalı? ben bunun cevabını arıyorum bilen varsa haber versin.
suçu kendimde görme boyutunu çoktan geçtim. çaresizlik kısmına doğru yol alıyorum hızla. kıskançlık mı değil mi bilmediğim bir evredeyim. sonunu bildiğim bir filmi izliyor gibiyim. bu da beni kusturuyor.
öf yazmak istemiyorum daha fazla.
sakinleştirici alıp kafa bir milyon gezmek de istemiyorum.
biri yardım etsin.

.................................................................

bir kaç saat sonra gelen edit: hacı ben lisede böyle değildim noldu anasını satayım ya? akşamın körüne kadar tiyatro senin koro benim gezerdim bok gibi de sosyal çevrem vardı. o kadar çok insan tanıyordum ki hiçbirine ayıracak adam gibi vaktim yoktu. ve ilişkiler vıcık vıcık, insanlar tuhaf, alkolik, sigara nargile cafe insanlarıydı. üstelik teki de aptal değildi. iyi niyetleri de iyliklerinden değildi. şimdi dönüp bakınca midem bulanıyor. o zaman beş dakika daha kalmak için adeta kıçımı yırtardım annemden izin alayım diye. yok abi bana bir şeyler olmuş. ve içimden gelmiyor yeniden döneyim oralara. üstelik inat uğruna hiç istemiyorum. bir sürü işim gücüm var zaten haftada bir iki saatle başlayıp beşe ona çıkacak abuk sabuk işlere nasıl zaman ayırabilirim? çok canım sıkılsa gider puzzle yaparım, maksat sinaptik bağlantı sayısı artsın. ilerde unutkanlık filan olmasın amaçlı. insanlarla uğraşmak istemiyorum sanırım. bazı ilişkiler bir yerden sonra iğrenç ve yılışık oluyor. evet, iğrenç ve yılışık. zaten ben de soğuk ve burnu havada bir insan olarak ne grup çalışmasına uygunum ne de arjantin tangosunun ateşine sahibim. kitap en iyi dosttur arkadaş. bin küsür kitap var evde. benden çok dostu olan azdır bu bağlamda. büyüyünce de dünyanın en asosyal erkeğiyle evlenip beraber evden çıkmamayı planlıyorum. office-work yaparız. internet üstünden iş yürütür, alış verişi bile öyle yapar, perdeleri de hiç açmayız. adam prostat kanseri olsa kadın doktoru evden kovarım filan. öyle de manyağım. hatta dine dönüp çarşafa mı girsem diye düşünüyorum. içimde bir rahibe olma arzusu yıllardır vardı zaten meslek envanterinde din görevlisi bana uygun meslekler içindeydi.
bu da destansı edit.
evet delirdim.

23.10.10

bil-mek'ten bil-im.

dün gece ara sıra sigara içenlerin yaptığı gibi bir hale dönen ara sıra anti-depresan alma günlerimin bilmem kaçıncısını kutladım. sabah 6 civarı korkunç bir mide bulantısı yaptı, gidip kusmadım. sonra babam okula giderken hemen uyandım. toplam 2 saat kadar uyudum. esniyorum ama uyku hissetmiyorum. çenemi açık tutamıyorm, dişlerim birbirine kenetli durmayı pek bir sever oldular. merak duygumu yitirdim. düşünüyorum demek zor olur. ancak görsel ve işitsel öğeler bir aradaysa biraz dikkatimi verebiliyorum bir şeyi okuyarak anlamlandırmak beyne pahalıya mal oluyor olmalı ki tercihim değil. yine kendi hayatımı başkasının hayatı gibi izliyorum. tuvalette öylece durmak en favori etkinliğim. ne alakası var ben de bilmiyorum.
bir ara bu hapın etkisi geçecek, ben normale döneceğim. hem istiyorum geçmesini hem istemiyorum. çünkü bu hissizlik ve bomboş beyinle hayat daha kolay. tıpkı külkedisine dönüşmek gibi bir şey. orda da kızın aslında kendi hayatı olmayan ama oyalanabileceği hoş bir dünya sunulmuştu. fakat bir yere kadar. hiçbirimiz de istemiyoruz o süprüntü kıyafetlere geri dönmeyi, biliyorum. ama bu ilaçların sunduğu dünyaya da ait değiliz. onu da biliyorum. antidepresanlar sadece etrafınızda daha adaptif bir çevre oluşana kadar sizi uyuturlar ve avuturlar.
ben olayın farmokolojik ve fizyolojik boyutlarına takılmya başladım artık. eeg ile beynime baksınlar istiyorum. neresi anormalse, nerde fazla hücre varsa düzeltilsin, azaltılsın bana geri verilsin. ya da hangi gereksiz hormon salgılanıyor bir diğerleri de durduk yere baskılanıyorsa biri bunlara hata ettiklerini söylemeli. bu denli düşünmeye ve böylesi dolaylı fikirler üretmeye yol açan her neyse hepsi kaldırılsın.
çünkü eğer tüm problem bendeyse, yani mesela bir tek ben böyle düşünüyorsam ve yerin dibine kadar haksız ve temelsizsem -of bu kelimeler de içimi sıktı.- düzeltilsin. yok eğer çevremde bir sorun varsa onlar düzeltilsin. ha ama bütün dünya öylesine takılıyorsak üstümdeki bu ciddiyeti kim yamadı?
mesela bir yerde insanlar sıfırından ötürü nasıl telaffuz edilceğini bile bilmediğim paralarla dünyayı filan yönetiyorlar. mevzu para olunca herkes ciddi. tamam bunda hem fikiriz. paranın konu edilmemesi ile paranın ciddiyeti başka mevzular bu arada. eklemeden geçemem. sonra mesela iş yerinde komedyenlik görevinde filan değilse insanlar ciddidir. ki o bile kendi içinde bir ciddiyet gerektirir. para ne? ikincil pekiştireç. avcılık ve toplayıcılık bir de balıkçılık insana temelde yaşamak için yeten mesleklerse diğerleri de bir hayli tekno kalıyor. insanlığa bu ciddiyeti kim yapıştırdı? ben bu sonradan çıkma şeyi neden ve nasıl bu kadar benimsedim?
yok arkadaş ben tuhaf isimli iki milyon yıl önceki atalarımızın zamanına dönmek istiyorum. hayatın güç ve şanstan ibaret olduğu, çok da fazla sosyal davranışın bulunmadığı dönemlere. çünkü bu çevre bana fazla iyi. ben o kadar iyi değilim. ya da "tüm küçük hayvanlar" filmindeki bobby'ye katılmayı uygun buluyorum kendim için. beraberce yolda izde ölen hayvanları gömeriz.
bir de psikologların bir amacını daha çözdüm. neyi neden yaptıklarını bilmeyen ama sürüklenen insanlara mantıklı ve sağlam altyapılar oluşturmak. ey allahım! ekonomiyle ilgili ders alıp marjinal faydayı, fırsat maliyetini bilmeyen, bilse de hayata uyarlayamayan insanlardan koru! beyni daha az enerjiyle daha çok iş yapmak üzere evrimleşmiş insanlara ekonomi nedir öğret ya rabbim. hücreler iktisat mı biliyor? bilmiyor. ama sen akıllı insan biliyorsun. kullansana. yani patron beyinse bizden daha akıllı olduğunu söyleyebilir miyiz?
sadece beatles dinleyebiliyorum. bir de belgesel izleyebiliyorum. sanırım bilim tarihi yazımı adlı yüksek lsans programına da başvuracağım. bilim tarihi savaşların tarihinden etkilense ve ikisi beraber içli dışlı süreçler yaşasalar da ve ben dandanakan savaşı'nın mesela sadece adını da bilsem başvurmayı planlıyorum. birisi de türkiye'deki psikoloji tarihini yazsın mesela. sevdim ben o dersi. osmanlıca filan öğrenmek gerekir. öyle şeyler.
düşünme, düşünme, kim anlamış ki sen anlayasın böyle?
bence teoman çok düşünmekten alkolik oldu. öyle bir inancım var.

22.10.10

yok sarhoş değilim çok yorgunum

yorgun olunca şişelerce içmiş gibi süper bir kafam oluyor. vallaha bak. misal şu anda öyleyim. fakat bu saatte de yatsan uyusan sabah 5'te mi kalkacaksın? hadi canım sen de...
hayır, dişe dokunur ne yaptım? bir şey yok. kuzen kıyafet baktı ben mal mal onu bekledim filan. ama asıl nedeni biliyorum: eşofman giyince insan mayışıyor, mayışınca da azıcık fazla efor gerektiren işe girince sapıtıyor.
erken yat, erken kalk, 3 öğün yemeini mutlaka zamanında ye, arada meyveni çikolatanı da ye ama abartma, spor yap, günü gününe ders çalış, ya da teoman'ın anne nasihatlerinden: çok terleme çok yorulma girdaplarında boğulma çok da kitap okuma.
bu arada yeni taktik geliştirdim sorunları görmezden gelip başka konulara atlıyorum. bir gün patlarlar ama bekliyorum.
salak bir de telefon sapığım var. gerçek bir sapık. bir yıl sonra "bu numarayı hatırladın mı?" diye soruyor filan. ne çeşit bir manyak olabilir diye beni düşündürüyor. bugün atv haberde sevdiği kız olmaz demiş diye kızın annesini öldüren bir psikopat vardı, korkuyorum o tip bir herifse diye. bunlar da birilerinn başına bir şey gelmeden yazılmış son notlar olmaz inşallah, altı üstü paranoya yapıyorumdur, hepsi geçer.
babama muz yemek istemiyorum dedim, bana sigraya mı başladın yine dedi. bence çok alakasız. ama kendisine sormadım. bilgisayarı da kapatmamı salık verdi. yat uyu dedi.
fizy mallık yapmasın bir de. altı üstü üç beş bülent ortaçgil şarkısı dinleyecektim.
ya bir de cansu benle ne msnden konuşuyor ne de mesajlarıma cevap veriyor, sadece facebooktan pm atıyor ve blog üstünden tepki veriyor. soruyorum neden cansu?
yahu tıpır tıpır üç beş damla düşerken gökkuşağına bakalım üstümüzde battaniye yanımızda arkadaşlar, sevgililer filan, takılalım diyorum. olmaz mı?

5.10.10

salla pulları zarları

sürekli bir şeyler kanıtlamak zorunda olmaktan bıktım!
anneme babama sevgilime arkadaşlarıma filan yaptığım kanıtlamalar beni devlet dairelerine yaptığım kanıtlamalar kadar yormuyor üzmüyor artık. hatta onlrın farkında bile değilim çoğu zaman.
ama bıktım!
yabancı dilini kanıtla, okulu bitirdiğini kanıtla, o da yetmedi iyi bir dereceyle bitirdiğini kanıtla, işsiz olduğunu kanıtla, bekar olduğunu kanıtla, öğrenci olduğunu kanıtla, t.c. vatandaşı olduğunu kanıtla, staj yaptığını kanıtla, yüksek lisans öğrencisi olabilecek yeterliliğe sahip olduğunu kanıtla, IQ'nu kanıtla, aldığın maaşı kanıtla, verdiğin vergiyi kanıtla... kanıtla babam kanıtla. hemen hepsi mutlaka bir sınav, başvuru dilekçesi, fotokopi, doldurulması gereken belge ve saire demek. hemen hepsi bilmem kaç km. yol gitmek, sonra ilgili olduğunu sandığın kişiyi bulmak ama aslında başkasının ilgili olduğunu öğrenmek onun da izinli olduğunu duymak bazen eli boş eve dönmek demek.
iyi de yoruldum!
o kadar bıktım ve yoruldum ki bu formalitelerden, birileri benim adıma karar versin, bu belgeleri toplasın, başvuruları yapsın ben gerekli yerleri imzalayayım varsa sınavlara gireyim sadece istiyorum. en azından bankada sıra bekleme filan gibi angaryalardan biri beni kurtarsa ne olur yani? daha gitmem gereken kurs, çözmem gereken soru, girmem gereken dersler ve sonucunda sınavları zaten var.
derin derin nefes alıp iyotu ciğerlerimize çekebileceğimiz sakin deniz kıyılarına gidip björk ya da bat for lashes dinlemeliyiz bence artık!
veya emekliye ayrılıp foça'ya datça'ya yerleşsin herkes, 65'imizden sonra işe başlarız.
hoş olmaz mıydı?

4.10.10

-----

yazmayalı çok oldu. eskiden yazmadan duramadığımı anımsıyorum. gerçi hiçbir şey yazmıyorum desem yalan olur. sürekli ders notu ders notu...
bazen de fiziksel yorgunluklarım var. ve klavyede baya hızlanmışım. nedense?
mesela bir de okumak istediğim çok şeyler var. ama okumak da istemiyorum bir yandan. ne saçma değil mi?
bir de özlediğim insanlar var da.
dur bakalım bu yazıda bir.
kendini tekrarın daniskası! ve hazzetmiyorum, hayır.
artık daha çok okuyarak daha çok yazmak ilkesi benim için uzaklarda kaldı gibi. okuduklarım fazla akademik gibi. bilemiyorum.
mesela bazı insanlar var, sinemadan, tiyatrodan, edebiyattan anlıyorlar az buçuk. bazısı var ki anladığını sanıyor.. can yücel şiirleri paylaşmayı şiir okumak, şiir beğenmek, şiirden anlamak sayıltıları içinde. post-modern şiirse benim için gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz bir konu halini almaya başladı. mesela bu dize ben yazdım oldu tadında bir postmodern dize sayılabilir mi?
"toz pembeydi yarası uçan martının ve açamadığı ağzından akan kentin egzozlarıydı canım."
bütün şizofrenleri post-modernist sayasım var fena halde. ya da post-modernistleri şizofren ilan edesim.
belki de ne post-modernizmden ne de şizofreniden analıyorum. kimisi var ki zaten neo-post-modernist bence; ki öyle bir akım keşfedildi mi bilmiyorum?
peki ya almanların ikinci dünya savaşı takıntısı ne zaman son bulacak? almanya'da doğmak demek korkunç bir yükle yüzleşmek anlamına geliyor. edebiyatları örneğin kökünden etkilenmiş durumda olan bitenlerden. peki ya varlığını sürdüren neo-nazistler ne olacak? ya da kavgam'ı okuyunca insan hitler'in paradigmasına hayran kalırsa bu ne çeşit bir tehlike arz eder? fakat adam retorizmin doruk noktası değilse de nedir?
aslında ben akademide kalmak için varımı yoğumu verebilirim herhalde. hadi büyük konuşmayayım, veremeyeceğim şeyler de var elbette ama örneğin daha düşük maaş almaya razı gelebilirim. ya da ailemle kalmayı da düşünebilirim bir kaç yıl daha. ve keşke bütün bilim, sanat ve mühendisliklerde o disiplinin eleştirisini yapan bir yüksek lisans programı açılsa. eleştirel psikoloji, eleştirel müzik, eleştirel makina mühendisliği filan. -evet lisedeki lakaplarımdan biri, çünkü bir çok vardı, "critique girl" idi.- ve eleştirmek, insanı çok eğlendiren bir eylem.
ben mezun olmak istemiyorum desem çok mu olmuş olurum? ya da bir şeyi çok istersek sahiden olur mu?
sanırım türkiye'de psikoloji adına açılan hemen hemen tüm yüksek lisans programlarına başvuracağım.




ps to cansu, mektubunu postaya verdim!

11.9.10

bazen başladığın yerden uzakta bitirebilirsin

mesela şimdi az buçuk saçma filan olabilir ama şöyle bir durum var: eski sevgilimin yeni sevgilisini az biraz hayranlıkla takip edebilirim gibi duruyor? çünkü hatta yakın arkadaşım olsun bence. hani bak cümle kuramadım. şaşakınım. kızla "overlap" durumları fena yerlerden feci şekillerde mevcut. ayrışan taraflar daha bi bilemedim ben onu. şu hayatta tezer özlü vs. o zaman diyeyim ki ben de demir özlü'ye geçtim ki abisi tezer özlü'nün. "bir küçükburjuvanın gençlik yılları".  ama leyla erbil konusunda sorunlarım var bak yardım ederse kabul ederim ben.

yukardaki cümleleri anlamlı hale getirebilirim tabi ama getirmemeyi tercih ederim. hayır, böyle bir sanat akımı filan yok telaş yapmayalım. bu benim beceriksiz saklama çabam.
da bir şey yazmaya her kalkışımda kafam karışmasa da bir bütünlük tutturabilsem diyorum. olmuyor. mesela katatonia opeth'ten daha çekilir benim gözümde. ama ne alaka şimdi. hatta biri dinlenesiyse öbürü çekilesi desem dayak mı gelir? bilemem.
referandum hakkında konuşmaların bir süre daha gidecek olması içimi sıkıyor. bazı konuların neden asla sonu gelmiyor ki? günde 5 ayrı yerde oturuyorsam 5 ayrı kez tartışılıyor mevzu. bugün de posta'da bir haber okudum: sezen aksu "evet!" dedi diye konak'taki sezen aksu mahallesi sakinleri mahallenin adı değişsin kampanyası düzenlemiş.
sonra bugün gündem boş kalınca ne yapacağını şaşıran gündem sıçıcılar geldi aklıma. küçük prens kitabındaki bendeki çevirisiyle "buyurgan bir türk hükümdarı" cümlesinin her yayınevinden çevirisini yayınlayıp atatürk'e hakaret mi değil mi tartışması başlatmışlardı. duyan da kitap iki gün önce çıktı sanır. o yüzden bu arkadaşlara gündem sıçıcı deme arzusu duydum. ardından da aklıma setevie ile geçen konuşmamız geldi:
şerefsiz kelimesini yeni öğrenen stevie'e kelimenin anlamını söylüyoruz, çok da kullanma başın belaya girer diye akıl veriyoruz. ve stevie şaşırıp: ingiltere'de birine deseniz peki diyip geçer. diyor.
atatürk'e hakaret mi o cümle? bilmem, hakaret mi? tavla oynarken şerefiz dediğimizde gülüp geçebiliriz ama sarhoşken biri bize şerefsiz derse döver miyiz? ya da hakkıyla da alsa karşı takım şerefsizdir ya. bilemedim, hakaret anlayışımız nasıl bizim. herhalde anlık bir mevzu. mesela 50 yıl önce ilk çevrildiğinde ya da yazıldığında dikkat çekmeyen cümleler boşlukta önümüze getirilebiliyorlarsa hakaret göreceliliği mi desek ne desek?
velhasıl, gündem tıka basa referandumla dolu. yarınki oylamada çıkan sonucun ardından söylenecek cümleler de çoktan hazırlandı. herkes tetikte bekliyor. sonuç ne çıkarsa o seneryo alınıp okunmaya başlanacak. bir süre de referandumun ardından temalı haber ve tartışma programları izleyeceğiz. gelecek seçimlerle ilgili kestirmeler yapılacak. ama bunun da son kullanma tarihi gelecek nihayetinde. ben tostumu yedim sıkıntıyla bekliyorum sussunlar artık diye. ve merak ediyorum, bir sonraki gündem konumuzun başlığı ne olacak? rus katherina aslında rus değilmiş filan mı?
bir de bezmişliğin verdiği sıkıntıyla biraz da konuyu benim sündürmemin çelişkisi paha biçilemez.

29.8.10

böh

yazasım gelmiyor. çünkü bu aralar çok fazla konuştum insanlarla biriken bir şey yok.
şarkıların remixleri genelde kötü oluyor. biri bunu söylemeli! mesela madonna'nın celebration şarkısı normalde güzel ama remix olmuş beğenmedim arkadaş. besame mucho parçası ya da. kaç çeşit versiyonu var? sayamazsınız. la isla bonita da öyle. all along the watchtower bile öyle. güzel bir parça görünce dayanamayıp coverlamak mixlemek arzusu... gerçi bazen çok iyi işler çıktığını da kabul etmeli.
ne diyorum ya?
açıköğretim fakültesi derslerine çalşmadım, çalışmıyorum.
hayaller var icraat yok modu. mesela okul zamanı okulla bir gitmiyor tatil gelince bol bol çalışırım dedim, tatil geldi çok sıcak yaaa! diye çalışmadım, okul yine açılınca havalar serinler de kütüphanede çalışırım diyorum. yersem yersen yerse yersek yerseniz yerlerse...
düşün ki ingilizce kursunun gerekliliklerini bile yerine getirmiyorum ama ielts'ten tabiiki 7,5'tan aşağı almam özgüveni var. nasıl bir salaksam. dur ya ben boyumun ölçüsünü alıp oturayım yerime. bu mallıkla bir yere varılamaz.
bu arada candela şarkısındaki dikkat edilecek noktayı unuttum yazarken iyi mi? ahahah ama kaçırmamışım. da ne uzun şarkıymış be! latin ateşi günümde değilim belli. hayır bir de hızlı konuşuyor, ona rağmen 5 dakikayı geçti susmadı. bir insanın şarkı içinde bu kadar çok şey söylemek arzusunda olması beni korkutur. tam 7 dakika sonunda bitti!
ha bir de madonna dinlerken yamuluyorum. don't cry for me argantina ile die another day arasındaki dağlar kadar fark... ya da like a virgin'deki sesi.
bütün bu şarrkıların linklerini versem dedim, pek üşendim. fizy.com'a adlarını yazın çıkar. ne üşengeç oldum ya bu aralar. oblomov halt edecek yakında.
hadi ben ödev yapayım madem öfleye püfleye. sonra da herkes bana 100 versin isteyeyim.

19.8.10

kiracı

saçlarımı kestirsem önden bi bioform yaptırıp. ama küt. küt ve kıvırcık olsa bu işlemler sonucu. sonra karamel rengine boyatsam. derken yeşil lens alsam bu defa. burnumu da nehir erdoğan'ınki gibi yaptırsam. biraz göğüslerime biraz bacaklarıma ekleme yaptırsam. lazerli epilasyona girsem. bir tane audi çeksem mesela altıma şöförlü. altın sarısı-beyaz karışık bikini ve hasır şapkam olsa bir de üç parmak uzunluğunda kot şort geçirsem altıma. "au revoir!" desem ve gitsem sonra. gitsem öylece ya. bodrum'a da gitsem eastanbul'da da yaşasam. yolda giderken de franboğazlı ve çikolatalı dondurma yesem. ben en büyük derdim yolun sağını mı yoksa solunu mu izlesem olurken biri de eylül sonuna dek olacaklara katlansa. ne bileyim en basitinden şu açıköğretimin sınavına girse bile olur. ya da hazır gitmişken iki sene dönmeyeyim ben. işi gücü de bulsun, bir düzen yerleştirsin, veya yüksek lisansa kabul edilsin, evlensin hatta gerekirse bir de üstüne boşansın... hayatımda bana zerre faydası olmayan insanları yollasın, söylenmesi gereken lafları söylesin, çekilmesi gereken restleri çeksin, bir yabancı dil daha öğrensin filan... hayatımın o iki yılını deneylerle doldursun işte. ben de her türlü sonucu hiç acı ve sıkıntı çekmeden ama belki olabilecek mutluluklardan da feragat ederek görmüş olsam. temizlenmiş ve temeli sağlamlaştırılmış bir hayata kiracı çıksam.

16.8.10

saat 10:41'miş

yıllardır 10:41'i görmedim öyle bi zaman dilimi olamazmış, biri eklemiş gibi geldi.
şimdi de 11:16 olmuş ama onu o kadar garipsemedim.
yineeee mideeeeem altüssssst.
bu sefer derdim başka. dayanamadım bu defa.
12:25 oldu. steve'e mail atmam lazım ama ingilizce hiçbir şey yapasım yok. maili de türkçe atsam anlamaz.
birileri gelsin. özge mesela. "e kızım dedik ya." desin. onur gelsin "..." desin. onur susunca ben anlarım onun demişliğini. ferit gelsin "heaaa!" desin. cansu gelsin "hepsi eşşek bunların!" desin. didem gelsin "yani.. şimdi... haklısın tabi de.. ne bileyim... bilemedim..." desin. pelin gelsin "pınar sen ne karar verirsen ver arkandayım." desin. öbür cansu gelsin "pınar bu adam seni tüketiyor." desin. zeynep gelsin "üzülme koca götlü." desin... gelecek tepkileri tahmin edebilsem de bin kere anlatayım çünkü çok sustum. o kadar sustum ki sabahın 8'inde hepsini kustum!
13:32. hala steve'e mail atmam lazım. ya da sunum hazırlamalıyım.mide bulantım geçti gibi.
14:43. steve'e mail attım. evde duramıyorum ama evden de çıkamıyorum. annemin ayağının ameliyat olma ihtimali bi yanda, belki de verilmeyecek olan bi tepkiyi bekliyor olmam diğer yanda. yemek yemeye karar vereli saatler oluyor, görkem kalkınca kalkıp yemek ısıtabilmeye gidebildim. midemdeki taş hala yerinde. bir de saatlerdir aynı mfö şarkıları dönüyor, biri kapatsın!
14:50 yemeği kaynattım adeta. mfö'yi de kapadım.  rosa'yı açtım.
15:00 ensemde yusuf'un beni aldattığını öğrendiğimde hissettiğim aslında var olmayan kaynar sular geri geldi. bu yazıya bir çöküşün başlangıcı diye başlık koymak geldi içimden ama uyanmasını bekliyorum. daha orda saat 8. takribi iki saatim daha var. umarım annem de döner o süre zarfında. gideli çok oldu. babam bir kez aradı ama ba bö ka ls al diye ses geldiğinden hiçbir şey anlaşılmadı. 5 kilo daha verirsem 40 kilo olurum ve ıssıttınsa ye artık.
16:01 annem eve geldi, iyi. steve sunum için bir hafta daha verdi.
18:53 susadım.

13.8.10

sağlık mühim mesele

son 4 gündür hastayım. ancak bugün akşam kalkar oldum yattığım yerlerden. hava zaten sıcak ama ben polar kıyafetlerle ayağımda yün patiklerle gezdim deli gibi. şimdi ne desem boş ama düşünmeden nefes alabilmenin değeri paha biçilemez. bu hastalıktan çıkardığım ders de budur.
cansu da bugün kötü bir şaka yaptı. izmir'den transit geçiyormuş meğer, izmir'deyim deyu mesaj attı. bre allahsız, heyecan yaptım hasta hasta başım döndü pattadanak kalktım da. dönüşte kalsan diyorum bir kaç saat olsun mümkünse? (teeee tuzla'ya gidecektik de nerelerden dönüp geldik sizin aşkınızdan, ayıp!)
benim kafam karışıksa bütün karışıklığı etrafa saçarım. huyum bu. kimi parçaları bir yerlerde unutum da sonra. zaten lazım oldukları da olmaz pek. ve ben bunu can sıkıcı bulurdum yine de. fakat bazı insanların kafa karışıklığı daha üst boyutlarda seyredebilirmiş.
bir de halime şükrettim ya tam oldum.
en en en çok özlediğim şeyi söylüyorum: serin kapalı havada kütüphanenin civarında oturup kahve sigara içmek biraz üşüyerek, yanında kitap okuyorsam ya da mektup yazıyorsam da benden iyisi yok. ya da ılık havada e-cafenin önünde bitki çayı sigara geyik muhabbeti üçlüsü de hoştur. en çok da deniz, gonca ve zeynep'le olanlarını özledim. okul açılsın, ders olsun, sınav olmasın, hava da en azından ılık dediğimiz kıvama gelsin. tabi berke de cansu'dan ayrılsın diye ekleyesiniz gelmiştir. ama bir düşünün, hoş olmaz mıydı? kampüsteki son yılımı minimum günde minimum dersle kapatmak niyetindeydim, vazgeçtim. belki de öğrenciliğimin son yılını kaçarak harcamak istemiyorum.
bir de mesela onur'u özledim, cansu'yu özledim, didem'i özledim, kıvanç'ı özledim, yusuf'u özledim, özgür'ü özledim, kuzenlerimi özledim.
ne kadar zaman sonra hediye güven dinliyorum.
artık şebo'ya tahammülüm kalmadı.
vega'ya karşı hissizim.
mvö iyidir.
teoman'ı severim.

8.8.10

bazen başlık bulmak zor olabilir

sen yokken düşündüm. ingilizce'de bir fiilin önüne "do" koyunca verdiği vurguyu türkçe'de veren hiçbir ek olmamasına üzüldüm. yazınsal değil sözel vurguları daha çok seviyoruz sanırım. ama ben "sen yokken do düşündüm." gibi bir şeyi kastediyorum. anlıyor musun bunu? boldla da yazabilirdim ama göze sokmakla okurken hissettirmek bambaşka şeylerdir.
düşündüm işte.
hayatındaki terk edilişini düşündüm. üstüne konuşmaktan koşarak kaçtığın terk edilişin.
okudum bir de. eskiden olanlardan bir adım önde değiliz. bana asla ve kat'a güvenmedin. hiç.
ben o falcıda saatlerce beklediğimiz günü düşünüyorum şimdi. evet sonunda amacımıza ulaşacaktık ama öylesi boş bir bekleyişti ki o, alacağımız kazancın yolda kaybettiklerimizi karşlayıp karşılamayacağını bilemedik. biz de geri döndük. üstelik bu bekleyişin sonunun bir yerlere varıp varamayacağını gerçekten bilemiyorum.
sen anlayamıyorsun, çünkü benim yerimde olmaya yaklaşamazsın bile. hala ukalayım, dünden kalma. kafatasını ikiye bölsem içindekileri görebilir miyim ölmen pahasına?
sezgiler yanılır mı? bilmem. bana yöneltilen bu soruya net bir cevap veremeyeceğim için geçiştirmeyi tercih etmiştim. sadece bazen yanılmalarını umuyorum.
sen karıştırıyorsun yine de, ben lethe değilim. ben, lethe, değilim. önce bunu idrak etmen lazım. ben unutturmak için değil hatırlatmak için varım. kimseyi de yolun ortasında bırakıp gitmedim. sana saldırmamak için kendimi anlattım, bunu bile anlamadın. abartılı edebi benzetmeleri sevmeyen insana bir bak hele!
tanrı bizi yiyip içtiklerimizi işeyelim ve sıçalım diye yaratmış. yüz çevirmek olmaz.

7.8.10

sanki kafam şişti

dün gece kafamda bir şeyler vardı, başı geldi yazmadım. ne olduklarını asla bilemeyeceğiz. bu öyle bir şey ki, doğum yaparken bebeğin kafasının çıkmasına rağmen geri karnına tıkmak gibi.
varlığın kendisi dengesiz galiba. bir yerlerde hep bir dengesizlik var. yine de tüm hayatının her dalını artılar ve eksiler olarak yazsan, eşit geleceğine inancım tam. imkansız ne varsa inanıyorum. bunun hesabı yapılamaz ve asla bilemeyiz ya, o zaman inanmaya değer. nasılsa çürütemez kimse.
ukalalık yapıyorum. ve ukalalığımdan zevk alıyorum. hastaca.
DADA DA DA DA DA DADA DA! LA LA LA LALALALALALA! oooh shit!

5.8.10

polonya sınırı

rusya'nın polonya'ya sınırı varmış minnacık? arada başka ülke var sonra o minik yer sonra polonya. nere ola ki o minik yer? bilen? bağımsızlığını ilan etsin bence. deli işi lan. ya da google harita yerleşiminin çok ciddi sorunları var kimseyle paylaşamadığı??

31.7.10

müzik-ama ne kadar?

an itibariyle gözüme takılan hatalı sanatçıları/şarkıları çıkarmamla last fm hesabımda toplam:
26402 parça
2250 sanatçı
skroplanmış.
bankada para biriktirmiş gibi.
12 ocak 2008'den bugüne.

30.7.10

yazmasam çatlardım

içimden küfürler geçiyor, her birinde durup söylemiyorum.
önce tübitak ilk 5000'e girenlere verdiği 500tl değerindeki muhteşem bursunu artık vermeyeceğini ilan etti. ağladım zırladım baktım değişen birşey yok ne yapalım dedim hazmettim.
ama bilkent'in yaptığı beni derin bunalımlara soktu.
tam burs denen şey! felsefe bölümü kapsamlı bursa geçiş yapamıyormuş. söyleyelim hemen ne farkı var:
tam burs'ta sadece eğitim ücretiniz karşılanır, kapsamlı bursta iki kişilik yurt olanaklarından ve 325tl cep harçlığından da faydalanırsınız. ben diyeyim öss sen de lys ya da ygs (alışamadığım literatürler)'dki başarı sırına göre decep harçlığın yükselebilir, kitap masrafların da karşılanabilir, odur budur şudur.
neden ama neden motivasyonumu yerlere indirmek zorundalar? koç'a tam burslu girsem çalışma karşılığı yurt ücretinden muaf olabiliyorum. ama zaten derece yapmam lazım. şimdi sorarım, derece yaptıktan sonra zaten istediğim yere gidemez miyim ki ben zaten? mesela yeditepe'ye de gidebilirim. filan falan.
delirmek üzereyim. sürekli brileri bir önceki verdiği bursu geri alıp duruyor.
hayatımın hatası nedir diye baktığımda gördüğüm tek birşey var o da 4893. olup ege üniversitesi psikoloji bölümü'nü seçmektir! e be gerizekalı, 89'lularla sınava girip ilk 5000'e girişsin, tübitak o zamanlar felsefe seçene 400tl mi ne veriyor, üstelik istediğin okula da gidebiliyorsun, ayda babanın maaşı kadar para alıp keyfini sürerdin şehir dışında ailenden para almadan tam burslu ve tam özgür yaşardın. mal mısın psikoloji okudun da ne bok farkı var felsefeden! a gerizekalı a salak!
ben burdan ilk 5000'e girip de hayali ege psikoloji olanlara acilen diyorum ki: -dur, hatta hayali psikoloji olanlara acilen diyorum ki: iyi bir vakıf üniversitesinde sosyoloji okuyun felsefe okuyun ama sıradan bir devletüniversitesinde psikoloji okumayın okumayın okumayın! bak boldla yazdım, o derece okumayın. ha siz istatistik sınavına mesela bir sırada üç kişi oturarak girmek isterseniz, o ayrı ben sizi tutmayayım.
kalabalık okullardan ve kalabalık bölümlerden hayır gelmez sevgili öğrenciler. bunu tek tek tüm üniversite adaylarına söylüyorum: ı-ıh! çünkü:
-sen şimdi diyorsun ki okul birincisi olurum kieeee, yatay geçerim kieeee, yan dal yaparım kieee, hatta yan dal köpeğim olsun lan çap yaparım .mına da korum! kusura bakma senin lügatından konuşuyorum, sen genelde öss'ye çalışırken delirmiş herşeye küfreder hale gelmiş bir genç oldun, isyankar oldun içinde patladı, anlıyorum. sevgili genç, 80 kişilik sınıfta mı birinci olma ihtimalin daha yüksek 20 kişilik sınıfta mı? lütfen, olasılık sorusu çözerek bu sınava hazırlandın en kolay soruyu yanlış yapma. madem öyle hayallerin var, demek ki az kişi rakip sayısını direk düşürüyor. ha başlangıçta saydığım yandır çaptır derecedir, muhtemelen hayallerinde kalacak, hepimiz öyle dedik de girdik genç insan. ama olur da çok hırslı çıkarsan diye bir ihtimal verdim.
-ikincisi yüksek lisans yapmak isteyeceksin. sevgili genç, nelere nelere ihtiyacın var yüksek lisansa başvurabilmek için biliyor musun sen? bak girebilmek demiyorum, sadece başvurmaktan bahsediyorum. işte listen: genelde 2,50/4,00 ortalama (kolay sanma üniversitede 2,50 yapmak lisede 100 üstünden 70 almaya benzemez, arzu ettiğin üniversiteliyi çevirip sorabilirsin), ALES'ten 65-70 artık bölümüne bağlı olarak birşeyler almak (ALES de bir çeşit öss, zamanın yetmezse şaşırma ilk girişte genelde 160 sorunun 40'ı 60'ı filan yetişmiyor, sen son sene bir güzde bir baharda gir en az ya da kursa filan git kendine çok güvenmiyorsan), IELTS, TOEFL, ÜDS, KPDS veya okulun kendi yaptığı ingilizce yeterlilik sınavından senin anlayabileceğin dilde 100 üstünden 65 gibi bir şeyler almak (bu noktada ÜDS ve KPDS kolay kieee diyenleri duyabilirsin ama iyi üniversiteler dediğimiz ODTÜ, boğaziçi filan ÜDS'yi sınavdan saymayıp kabul etmiyorlar. TOEFL hemen hemen her üniversitenin kabul ettiği bir sınav olmakla beraber ekşi sözlüğün yolunu tut derim sınava girenlerin deneyimlerini öğrenmek için.), 2 adet referans mektubu (80 kişilik sınıfta seni fark edebilen kaç öğretmenin olacak ya da sen kendini nasıl fark ettireceksin bilemiyorum. tez alırım, tanırlar dersen herkesin tez alamayacağını da söylmek zorundayım. ortalaman düşük gelirse tez vermezler diye bir şey yok, hocanın canının o gün tez vermek istemesi lazım öncelikle. sonra senin seçeceğin konunun da hocanın ilgi alanı dahilinde olması şart. yoksa ne yapsınlar senin tezini. yüz alırım fark ederler dersen tüm derslerden yüz alırsan belki derim. bölüm birincisini bile tanımazlar genelde senin referans mektubu istemen gereken dönemde, çünkü daha mezun olmamış olursunuz. kalabalık okulda okumanın dezavantajı), mülakattan başarılı olmak (bu kısım ayrı bir olay zaten, akademide bile akrabağlık ilişkilerinin önemini görebilirsin.). ve diyelim öğretim görevlisi oldun hatta büyüdün prof oldun, alacağın maaşla aşk-ı memnu'daki villaları öderim sanıyorsan ancak gülerler.
-yurt dışı istemen de olası genç. ben bugüne kadar ERASMUS'ta sonuncuyuz diyen üniversite duymadım. hepsi birinci mubarek. inanma evladım. hep kandırıyorlar. burdaki anahtarın ingilizce eğitim veren bir okulda okuyor olmak olsun. ve ikinci yabancı dili de sana adeta istemesen de versinler. neden mi? şansın artar. ERASMUS anlaşması yapmak istediğin bir okul varsa işin kolaylaşır, ister kabul et ister reddet türkçe güzel bir dilse de ingilizcenin geçerliliği var. ikinci dilinle de o dili konuşan ülkelere gidebilme olanağın olur.
böyle şeyler.

14.7.10

olağan

I feel terrible. I mean, where are you excatly?
Nerdesin?
Bu benim kaldırabileceğimin de üstünde olmaya başladı artık. O kadar yoruluyorum ki anlatamam.
Herkesin kendi hayatı vardır.
Göz kapaklarıma tuğla bağlanmış gibi. Ne kadar uyursam uyuyayım az geliyor.
Aslında ben sabahları erken kalkıp koşuya çıkmak ya da yüzmeye gitmek, gelince duş alıp saat 9'da çoktan güne başlamış ve zinde bir insan evladı olmak isterdim. Evet sayın Keser, ben ayrıca iki katlı müstakil evimin çimli bahçesindeki beyaz çitleri boyarken köpeğim de ortalarda koşuşsun isterdim. Ve kabul etmek istemesem de Monarch damak tadıma uyan bir kahve olduğundan muhtemelen onu içmeye devam edeceğim. Lütfen sayın somebody else's lover, ısrar etmeyin, söyleyemem size cover. Osuruktan kafiye, selam söyle safiye.
dets nat may sıtayla.
size yapabilmeyi çok istediğim bir şey söyleyeyim: vazgeçtim.
nedense şu 4 şey sırasıyla hata veriyor: laptobun bizzat kendisi, modem, explorer, msn. ve sürekli bir diğerini düzeltirken yapmam gereken hiçbir şeyi yapamıyorum.
amerikan rüyasına kapılmış, kapitalizmin bana soktuğu mükemmel aileyi arzuladığımı gördükçe kahrımdan ölüyorum. yine de kendimi frenleyemediğim aşikar.
eskiden de özgür olduğunu sanan modern ve hüzünlerle dolu aynı zamanda mütemadiyen kafası karışık ve kendini gitmek'lere proglamlamış başarılı fakat yalnız kent kadını olmak tutkusundaydım. neyse ki ağır aksak arınır oldum bu saçmalıktan da. (size buket uzuner'i bıraktığımı söylememiş miydim?)
buket uzuner'e ilişkin bir yeni görüşüm daha var, o da şudur: 0-12 yaş grubu için ipek ongun neyse, 18-24 yaş için de buket uzuner odur. aynı kofluk hissini elif şafak'ta da duyacağım sancısı tuttu beni, ondandır ki okumuyorum epeydir kendisini.
velhasıl, çeşit çeşit kadından hangi çeşidi olacağıma karar veremedim. yeni bir ergen bunalımı mı nedir? bazen kendimi buruşturup çöpe atasım geliyor.-başkası beni atmadan.
ağzımın kenarındaki yara: geç artık!

13.7.10

sth

geçenlerde "bayağdır yazmıyorum bloga." dediğimde aldığım cevap: "demek ki bir problemin yok, sevindim." olmuştu. gizliden gizliye takip ettiğim bir blog var, pek yazmazdı, son üç beş gündür döktürmüş. birisi yine eski sevgili olmuş, ben bunu gördüm.
neyse ki ruh eşi imiş de edecek lafım kalmadı.
bazı uçuşmalarım varsa bunu aldığım adam bellidir. tartışması bile yoktur.
ve dinlediklerimin kimi de bir adamdan akıp gelmiştir.
daha okuduklarıma karışanı çıkmadı. erkekler okumayı sevmiyor pek. gerçi, okumayı seveni de vardı. ama o da etki edemediyse, bu konuda netmişim demek ki.
fakat buket uzuner'den vazgeçtim, bence büyük ilerleme.
yine de hayatımda en şaşırdığım ve galiba mutlu olduğum bile diyebileceğim hadise, tiyatro oyunu izlemeye tahammül edemediği için benimle oyuna gelmeyen adamın çıkışta beni konak'tan binanın içinden alıp evime götürmesiydi. gerçek bir sürprizdi.
buraya yazdığım her bir cümle son bir saat içinde aklımda geçenlerin tek cümlelik özetleri toplamıydı. nasıl bağdaştıklarını ise ben bile unuttum.

5.7.10

tha fall

dünya edebiyatı tarihi dersi için yazdığım ödevleri buluyorum. hiçbir şey anlamıyorum. hele hele jack london hikayelerine marksist eleştiri getirdiğim yazıdan zerre bir şey anlamadım. vizesine katılmadığım halde cc aldığımı düşünürsek de oldukça iyi bir ödev vermiş olmalıyım. puanını anımsamıyorum.
cansu'nun tavsiyesi üzerine leonard cohen dinledim. önce yine leonard cohan'ı kesinlikle hiç tanımadığımı düşündüm. sonra şu çaldı:
dance me to the end of love
dedim ki: leonard cohen'i kim bilmez.
sanırım artık dinlediğim şeylerin adlarını öğrensem hiç fena olmayacak. işin kötüsü, öğrensem de unutuyorum sık sık, şu neydi bu kimdi diyorum. bunlar nahoş şeyler.
birileri bana müzik arşivini versin. 500 MB sınırım var şu allah'ın dağında ve onu da müzik zaafım yüzünden iki gün içinde bitiriyorum. kim o şanslı?
ve ilaveten, MSN niye sürekli hata veriyor?
ane brun'dan fall adlı şarkıyı bana kim gönderdi? umutcan mı? onur mu? şu alınan dosyaların kimden ne vakit alındığı da üstünde yazsa da zahmete sokmasa insanı. zor olmasa gerek? bence inci sözlük bile yapar bu işi. hadi be bi el atın?
rüyamda dişlerimi görmekten yoruldum. sürekli ağrıyorlar. çok sıkıyorum galiba. bildiğim kadarıyla stres altında da değilim. bilinçaltım artık kendini nasıl gizleyeceğini şaşırdı galiba. ama uyarıyorum buldum seni: dişlerimi rahat bırak!
bugün uyanır uyanmaz beynimin içinde aysun doğan'la kapıştım. neler neler söyledim neler neler. benim yetersiz ve yeteneksiz belki de unutkan ve umursamaz olduğumu düşünmesinin temelsiz temellerinden tut da işe yaradığını sandığı toplatıların aslında hiçbir manası olmadığını neyse ki hepsine katılamadığım için kendimi şanslı bile hissetmem gerektiğini çünkü herkesi gaza getirip verilerinin bitişini sağlayanın kesinlikle kendisi olmadığını, kaç veri kaldığını sayıp her yere motivasyon post-it'leri yapıştıranın ben olduğumu ve tanrı aşkına herkesten az süre odada kalıp herkes kadar veri girenin de herkesten fazla okul gezilerinde bulunanın da mı hiç dikkate alınmadığını sordum. ve eminim bana referans mektubu vermeyecektir. verse de söylediği üzere hoş şeyler yazmayacaktır ve bu da açıkça belirttiği gibi benim hiç mi hiç işime gelmeyecektir. hello! yağmurda 525'e binip onca yolu yürüyen kimdi? taksi tuttuğumu sanmışlar o kadar çabuk gelince. sana özet geçeyim: herhangi bir iş yapmana gerek yok, nasılsa birileri yapar, kıçını olabildiğince yayıp işten mümkün mertebe saçma sapan bahanelerle-örneğin doğu'ya geziye çıkıyoruz doğum günüm hatırına bir hafta yokum gibi-kaçıp hocanın da ayaklarını yalarsan senden alası olmayacaktır. hatta birden fazla hocaya asistanlık yapabiliyorsan senin hayrına. cv'in iş yapar sen yapmzsın. iki işi birbirine bhane eder bi şekilde kaçarsın. üstelik de para alırsın. dünya böyle dönüyor_en azından benim çevremdeki_
geçenlerde resmi yazıların yırtılıp çöpe atıldığını, yerlerine fotokopiler konulduğunu ve işlerin gayet yürüdüğünü gördüm. bütün olay işi yapanla iyi geçinmek. hepsi bu. ya da akrabağ. yakın arkadaş belki-ki hiç emin değilim bu konuda da, çünkü "iş başka arkadaşlık başka."
geçelerde kendi hayatımı savundum. yenilgilerimi ve hayal kırıklıklarımı. ne var biliyor musun, gerçekten iyi idare ettiğimi fark ettim.
neyse. müzik demiştik. müzik. tek zaafım. kave çikolata çilek sevgili arkadaş aile bile müziğe olan zaafıma yaklaşamayabilirler diye korkuyorum. çünkü ben ıssız adaya düşsem açlığa dayanabilirim, aslanlar beni yese üzülmem filan ama sınırsız sayıda şarkı ve şarjı bitmeyen bir mp3 çalar olmazsa üç beş güne delirebilirim. "müzik ruhun gıdasıdır" diyen yerden arşa kadar haklıdır. bütün psikolojik rahatsızlıkların seyrinin müzikle biraz olsun yerinden oynatılabileceğine inancım tam. ruhunuzun tersi istikametinde bir şeyler dinleyin halinizden memnun değilseniz. bir süre can sıkar ama sonra adeta iyileştiğinizi görürsünüz.
bu blogda yazan şeyler, benimle alay eden insanlar için bulunmaz bir nimettir. ama okumayacak kadar umursamadıkları için asla sorun teşkil etmeyecekler. kaldı ki o insanların sizinle eğlenebilmeleri için herhangi bir şeyinizi bilmelerine hiç ihtiyaçları yok. çıkardığınız kitap özetinden tutun da saçınızı düzeltişinize kadar dalga geçmeyecekleri en ufak şeyiniz yok. tesadüfen rastlayanlar, burda yazanların ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek asla bilemeyecekler benimle tanışmadıkça. en ufak bir sıkıntı görmüyorum burda da. have fun! ve beni tanıyan insanlar, bütün bunların çoğunu zaten biliyorlar. hatta kimisi satır aralarını bile okumayı başarabilir ve hayal gücüne bırakılmışsatırları da anında çekip çıkarabilir. bir gün belki en büyük düşmanım olurlar, mümkün ama boşversene. umurumda mı?
belki ilerde kitap yazarım. menekşe toprak'ın kitapları gibi yky basar. haha! insanın tek eğlencesi hayal kurmak değil de nedir?
çenem düştü.
don't ever let me go
i'll fall to the ground.

3.7.10

Emily Dickinson'ı Anlamak

Nasıl olsa okumuyor, diyip istediğini yazmalı mı? Bazen bilemiyorum. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek bir hayli güç geliyor. Safça ve aptalca davrandığıma inandığım da sık olmaya başladı. İnsanları seyretmek ve daha çok daha çok okumak beni akıllı yapar mı?_En azından susarak akıllı gibi gözükebilir belki insan.


Bir şeyler mi izlesem yoksa kitabı mı bitirsem?

Kendime fotoğrafları ne yaptığımı şuursuzca unuttuğum için kızgınım. Eskiden hepsini bastırırdık ve güzeldi. Şimdi neyin nerde olduğuna karar vermek güç. Facebook gerçek bir albüm arşivi haline geldi. Sanırım her şeyi oraya yedekler oldum.

Tırnaklarım uzamıyor. Çok inceler. Hemen kırılıveriyorlar. Tırnak sertleştiriciler nafile. Bu tırnaklardan bi’ halt olmayacak, belli. Bari düğünümde uzun olsalar…

Bu arada ben evlenmeyecektim. Unutmuşum bir an. Tuhaf, bu aralar ne çok unutur oldum evlenmeyeceğimi. Çankaya’daki gelinlikçilerin vitrinlerine bakarken mi yakalamışım kendimi?_“Hımmm, ok.”

Kamelot’u da ben indirdim diye gecenin bu saatinde severek dinleyecek değilim. Eric Calapton yalnız, ılık ve yıldızlı yaz gecelerinin kralıdır.

Tırnak mevzuundan önce bir şeyler zırvalayacaktım da bak unuttum gördün mü? Velhasıl bu aralar ben bile beni anlamıyorum.

Ve sevgilim. Rocky izlemedim. Açıkçası, umurumda bile değil.

Bir de anlamadım, neden beni manyakça şeyler yapmamam konusunda uyardığını. Zira yapsam emin ol haberin olurdu. Belki de yapmamı gerektirir bir şeyler vardır bilmediğim. O konu da artık bana dâhil değil.

Özetle bayım, ağlamak için bile çok yorgunum size dair._Var sen hesap et ihtimalleri.

SOAD çalarsa da ben ne yapayım? Bu tip şarkıların anılarını bırakanlarına iade ediyorum. Uğraşamayacağım. Dedim ya, yoruyor.

Ve ben, bugün, Emily Dickinson’ın niçin alt çizgi kullandığını çok iyi anladım.

2.7.10

kategorisiz

tırnağımı öyle bir yemişim ki parmak ucum acıdan beni öldürüyor.
aslında bazı küçük hayallerimiz vardı. yok muydu? vardı. fakat şimdi nerede olduklarını bir türlü çekip çıkaramıyorum. ne tuhaf diy mi? tuhaf evet, tuhaf.
i was a friend
i was a lover
i wish i coud be more than that.

was it the wish? was it the story? i don't think so.

bazı günler aynaya bile bakmak istemeyebeilirsin ve bu konuda sana hak vermezsem hata etmiş olurum.
bazı günler bukowski şiirleri enteresan, eğlenceli hatta güzel gelebilir.
kimse sana bukowski okuma demedi tatlım. bazılarının önyargıları vardır.
bay böll'e de selamlarımı ilet. o olmasa şu anda burada mıydık?

i love myself when i'm double dutch.

ben bir gün bir gün bir çocuktum ve eve de gelince kimseler yoktu.
bu tekerleme çocuklara "şeker yemeyin"i aşılamak için değil, büyüklere "çocuklarınıza göz kulak olun" demek için yazılmıştır. ve sen bunu bu güne dek muhtemelen hiç düşünmedin.

there's only one guilty _innocent but powerless.

bir akrostiş yazacak olsaydım, baş harflerini birleştirince ortaya çıkması gereken ismin içinde ğ olduğundan onu yazamazdım.
zaten posta'ya gönderecek kadar iyi şiirler yazamıyorum henüz.

"kutu kutu pense elmamı yerse" bugüne kadar yazılmış en saçma doldurma dizesi olabilir.-binlerce çocuk bu tekerlemeyi söylerken pensenin anlamını bilemedi. bazısı pensenin anlamını bilemeden ölmüş bile olabilir. (açıkçası sanırım ben de tam tanımını yapamayabilirim.)

god damn it!

29.6.10

güvensizlik

birine güvenmemek ilişkiyi içten kemirir.bu kadar.inanmıyorum.dahası var mı?

28.6.10

iyi ki doğdun

bugün 28 haziran pazartesi, ben çandarlı'da olduğum için özel bir şey alıp yapabilecek olanakların çok dışındayım. bu sebeple ona bu yazıyı hediye ediyorum:
cansu,
çalan şarkı Michaelson - Die Alone  doğum günü konseptinden uzak bir şarkı adı işte. küfür eder gibi duruyor. ama dinlemeye başladığına eminim. hiç de göründüğü gibi değil. sıcacık bir şarkı. umutlu.
....................
kaç paragraf yazıp sildim acaba?
asla uygun şeyleri denk getiremiyorum.
üstelik de blogger kaç kere hata verdi, en son explorer da kendi kendini kapadı ve azimle burdayım.
sanırım bütün bunlar fazlasöze gerek olmadığını anlatmaya çalışıyor.
sadece,
keşke yanında olabilseydim. annesiyle kavga ettiğinde yanında olabilseydim mesela.
kendini bomboş üzgün yalnız hissettiğinde de yanında olabilseydim.
gülümsediğinde de sonunda yanında olabilseydim.
çünkü gülümseyeceğini biliyorum.
çünkü sonunda kendini yenilenmiş hissedeceğini de zaten biliyorum.
çünküo cansu. bütün sebep bu.
"biz güçlü kadınlarız."
ve ben de ona çilek bulur yedirirdim şu saatte işte. biraz da çikolata eritirdim benmari usulü. batırıp yerdi.
cansu bugün 23 oldu.
biz tanışalı bir yıl bile dolmadı.
ama dünyada olmadığım ilk iki yaşından beri bile onu tanıyor gibiyim.
çünkü bazı insanlar ruhunuza dokunabilirler. duvarlarınızdan geçebilirler.
21 yaşıma girerken cansu vardı. bugüne dek doğum günlerimin ne denli berbat geçtiğini anlatıp sızlanmıştım bir iki gün kala doğum günüme. "bak bence iyi geçcek" demiş ve bütün mızırdanmalarımı dinlemişti. berbat dediğim 20 yaşımın sonuna doğru bana verilmiş en büyük hediyelerden biriymiş cansu. ben bunu gördüm.
kaybettiğimiz bir şey yok.
önümüzde paylaşcak çok şey  var-buna sessizlik de dahil. çünkü ikimiz de konuşmaya bayılsak da bazen daha çok şey anlattığımız sessizliklerimiz var-aramızda da kilometreler. ne fark eder?çünkü o cansu.
cansu.
iyi ki doğdun!
iyi ki varsın.
bence iyi geçecek :)
seni seviyorum!
Lucy in the sky! ve zıplıyor!


26.6.10

kına gecesi

nihal'in kına gecesi çok konuşuldu da, ben bu şarkıya oturdum ağladım. ne oluyor ya :S
ayşegül - kızılcıklar oldu mu

24.6.10

bir not ortalamasının hüzünlü maceraları

bugün rüyamda sevgilim bana ana kuzusu temalı kartlar gönderiyordu, ama internetten.

ve doğum günümü bir tek melda (yazlık komşumuzun kızı) kutluyordu mutfaktan bile doğum günü kartı çıkıyordu-ama ilkokul 1.sınıf çocuğu yapmış gibiydi her biri-ve gülşah da "çok uyduruk!" diye aşağlarken ben mutluluktan ağlıyordum.

işte böyle kıçımın açıkta kaldığını besbelli ortaya koyan bin bir rüya görüyorum her gece. çok tuhaf diy mi?

gelelim gerçek dünyaya-ki keşke rüyalar gerçek olsa da bu bir kabus olsa dedim mi? dedim.

hayatımın en kötü ortalamasını yaptım sanrım. işte notlar:

342 ADLİ PSİKOLOJİ CB Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

217 SOSYAL PSİKOLOJİYE GİRİŞ-II DD Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

321 PSİKOMETRİ-II CC Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

322 FİZYOLOJİK PSİKOLOJİ-II FD Başarısız S 2 0 0 2,0 2009 2

323 YETİŞKİN PSİKOPATOLOJİSİ CB Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

325 PERSONEL PSİKOLOJİSİ CB Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

326 BİLİŞSEL PSİKOLOJİ CB Başarılı S 3 0 0 3,0 2009 2

vallahi ben bu kadar CB alan adam görmedim. üstelik de en yüksek notu CB olan hiç görmedim, büyük başarı. sınıfı kıl payı geçtim. yine de agno(yani gpa)=2,52. meğer 2,65leri görmüşüm birinci ve ikinci sınıfta hatta üçüncü sınıfta. bir dönemim iyi gelse diğeri rezil geçmeden edemiyor. ve sosyal psikolojiyi de DC'den DD'ye düşürdüğüm de ayrı bir gerçek. acaba DC'yi mi yoksa DD'yi mi sayıyorlar? merak etmiyor değilim.

daha da formasyon almalıyım. ama nuri hoca ile kavga etmek filan lazım önce. hayat zor.

bu yazıdan çıkarmam gereken dersler:

1. an itibariyele, eğer 2,50'nin altında ortalaman olursa yüksek lisansa başvuramıyorsun bile sevgili pınar, bu açıdan önümüzdeki iki dönemde en az CB almalısın, en çok değil.

2. hatırla bir falcı ne demişti? "özel hayatına ayıracağın zamanı derslerine ayırsan çok başarılısın aslında." ve falcıya eklemek istediklerim: hatta öyle ki, derslerine ayırdığın zaman kadar bir dilimi sevgiline ayırsaydın değil 4,00 üstünden 2,52 almak, on kere terk edilirdin. bu da bir gerçek.

3. sandığın kadar başarısız değilmişsin geçmiş yıllarda. kendinden ne istiyorsun, bu ne aşağılama? okuldan en nefret ettiğin dönemde en yüksek ortalamayı tutturmuş olman nasıl bir saçmalıktır?

4. boş vakitlerinde tavla oynmaktan, fal bakıp baktırmaktan, geyik muhabbeti etmekten alıkoy artık kendini. yorucusun.

5. uyurken kıçını kapat.

22.6.10

ne oluyor?

kendi blogumdaki yazıları okuyamıyorum. acaba neden?

16.6.10

life is life

o zaman herkes bunu dinlesin.
opus-life is life
bu şarkıya rağmen hava çok sıcak buralarda.

idrak meselesi

bir adamı 4 yıl boyunca sev. ne yaparsa yapsın sev. istisnasız.
sonuç ne?

"senin türkiye'de kalasın yok değil mi?"
"herhalde güzelim, olabilirse kalmam."
"demek ki buraya kadarmış." (o bildik gülümsemem sonra. suratıma zamkla birileri tarafından yapıştırılmış, tek kelime daha eden olursa o kadar ağlayacağım ki ne zamk ne bir şey.)
"abarma güzelim de..."
"..."
"..."
"bence de'si yok be canım, realite."
"..."

bu ne ya? ne bu?
kendimi son kullanma tarihi geçmiş, üstelik de günlerdir ağzı açıkta tezgahın üstünde unutulmuş süt gibi hissediyorum (sütlerin hissiyatı var mı bilemiyorum ama ben olsam yani). hiçbir şeyin atılacağı bu kadar kesin olamaz.
ben asla abd'ye ya da ingiltere'ye filan gidip prestijli bir üniversitede yüksek lisans, doktora yapamayacağım. bunun için ne param var, ne dilim var ne de ortalamam ya da torpilim. oralarda yürütebileceğim bir mesleğim bile yok: bir psikologun her şeyi dildir, kültürdür. bunlar bir anda kavranıp uyum sağlanabilecek, alt yapısı analiz edilip içselleştirilebilecek şeyler de değil.
onun içinse tüm bu koşullar tam tersi. ve bugün "sevgilisi için daha iyi bir yerdeki doktorayı reddetmiş." denen birine: "salaklığına doymasınmış." dedi.
o kadar yorgunum ki, ağlayamıyorum bile.
ve evet: elinde yüzükle "benimle abd'ye gel." demiyecekti zaten.
338puanı yanlış yere yatırdım. bu.
ya da dört yılı yanlış adama yatırdım. bu da olabilir.
mantık hatası kesin vardır tabi, ona da sözüm yok.
uyuyacağım.

ps: cansu seni seviyorum. (lucy in the sky with diamonds -ve göğe her baktığımda yıldızların üstünde zıplayan bir lucy görebiliyorum ben!)

9.6.10

facebook

bak yine facebook insana neler yazdırır görüciiz.
bu facebook sanki biraz "röntgenci" yapmıyor mu adamı? ha? yapmıyor mu? merak ettiğin hayatlara dalmanın en kolay yolu değil mi facebook? hemen hemen herkesin hesabı var zaten. kimi daha çok görünüyor, kimi daha az görünüyor ama ucundan kıyısından bir şeyleri takip edebiliyorsun işte. kilit kelimeye gelince: istemek! senin, diğerini, merak etmek, istemen, gerekli. evet. ve biliyorum, istiyorsun. belki beni değil ama ali'yi misal, ya da dilara'yı da olabilir mesela. hatta bir arkadaşının arkadaşı bir andaçok dikkatini çekebilir ve onu merak etmeye başlayabilirsin. "merak ne güzel şey, güzel şey merak" diyorsan malum reklamdaki gibi, reklamların da insanları kandırmak için var olduklarını bunca yıllık hayatında (okuma bildiğine göre en az 4-5 varsın, ve annen seni oyalamak için mütemadiyen reklamları izletti evladım.) öğrenmişsindir zaten. yani merak o kadar da güzel değil esasında. "bilgi acı çekmektir."den yola çıkarsak, aldatıldığını öğrenen küçük kuzenim, ne geçti elinde evlat? (aynı taştan bana da gelsin.) ya da platonik aşkının sevgilisi olduğunu keşfeden canım arkadaşım, iyi halt ettin. kendime sesleniyorum: "sahne sanatlarında olsam böyle mi hayatım olacaktı? efendim istanbul'u kazansam (ki kazanmak için önce istanbul'u yazmak gerektiğini her defasında atlayan zekasına kurban aklım, tebrik de edeyim seni ayak üstü.) böyle mi olacaktı ortamlar? belki de sayısal seçip mimar olmalıydım, oha bunları ezberlemektense çizimlerin üstünde sızmak daha eğlenceli gözüküyor, hata mı ettim?" diyip durmaktan ikinci bir adım öte geçebildin mi? yooo.

sonuç: siz siz olun,şu resme uyun:
benim uyup uyamadığım belli zaten, ben yandım siz yanmayın, amaç bu. evet. hem siz uyarsanız ben de el mahkum bir değişiklik olmayınca uymak zorunda kalırım. bak bak aynı şey, nihat doğan'ın da dediği gibi, ironi de bir yere kadarsa stabillik nereye kadar? bi tek annem facebook'ta olsun, bana bir şey olmaz.
hadi öptüm.

(neydi o millyet'te yazan uçkan soyadlı kadının adı? onun gibi oldum sanki)

şu şarkıyı da anmasak olmaz şimdi:
ismail yk - facebook

8.6.10

paradoksik niyet stratejisi

cansu ile ikimizin sık sık yaptığı konuşmalardan biri:
"ben blog'u bıraktım, yazasım yok, hadi yazdım diyelim, yayınlayasım yok."
"aynen."
bu konuşmaların yapıldığı günler çerçevesinde ikimizin de daha çok yazmaya başlaması benim aynaya bakıp gülmeme sebep olan bir şey. işte yine buradayım çünkü! ne demişti özlem? paradoksik niyet.
bazen kendimi asmak istediğim oluyor, ama beni taşıyacak kanca ve ipi bulup yeterince iyi bir düğüm atabileceğime hiç emin olamıyorum. (şu cümleyi yazarken iki hata yapmışım: ipi yazmak isterken içi, düğüm yazmak isterken de düşüm yazmışım. çok anlamlı el sürçmeleri olarak nitelenebilirler.) bihter'in nasıl intihar edeceğini merak ettiğimden aşk-ı memnu'nun son bölümünü izleyecek biriyim ben (hayır, bugüne dek tek bir bölüm bile izlemedim, inanılmaz ama gerçek, lost da izlemedim evet.). her yerde açtığım muhabbetse: "sizce bihter nasıl intihar edecek? bence bileklerini kessin ya da ilaç alsın, veya zehir, aslında, kendi kanını bile içebilir." en çok gelen tahmin silah ve asma yönünde oluyor. muhtemelen tek bir el ateş sesi duymakla yetineceğiz. yine de bir intiharı izlemek ilginç. fakat ne silah ne de kendini asmak kadınsı değil. herkese bunu söylüyorum. yine de kendimi asmak var içimde. eskiden yoktu. oldukça tuhaf geliyor. eskiden ben de kadınsı intiharlar peşindeydim. her kadın kadar. erkeksi protesto mu yoksa sahiden yaşamaktan mı sıkıldım, bilemiyorum. her girişimin de bir kurtuluşu olması çok acı. silahla bile intihar etse kurtulabilir insan. ve sakat kalabilir, ya da bitkisel hayata girebilir. dünyanın en büyük kumarı ne derseniz, intihar girişimi derim.
istediğim olmayınca ya da istemediklerim olduğunda kendimi derin bir çıkmaza düşmüş gibi hissediyorum ve her seferinde önüme elliden fazla hapı koyup yan etkilerini uzun uzun okuyorum. yarım saat kadar ağlayıp bütün o ilaçlara bakıp tek tek kaç tane hap olduğunu sayıyorum. sonra gözüm ocağa çarpıyor, kapının camlı olması canımı sıkıyor. milyonlarca bant gerek bütün boşlukları tıkamak için. yorgun ölmek istemiyorum. zaten ruhen yorgunum bir de bedenimi yormak işime gelmiyor. sonra pelin ya da yusuf'la konuşuyorum genelde. ama günün birinde kimseyle konuşmadan başladığım işi bitireceğimi biliyorum. siz insanlar söyleyeceğim sebepleri yetersiz ve anlamsız bulacaksınız. fakat tek bir sebebi var: çok anlamsız! ne kadar yalın ve basit bir sebep. ama öyle.
tanrı biliyor ya, kafamın içinde aydınlık tek köşe bile kalmadı. yıllarca çaba sarf ettiğim her ne varsa sonuna geldiğim yerdeyim. burdan sonrası belirsizlik. bu evde kalırsam, yavaş yavaş ölmeye devam edeceğimi biliyorum. cam fanus'un dışına çıkmalı, birileri yeni cam fansular kapamadan üstümüze çıkmalı. dokunabileceğini sandığın her şeyin önünde cam olan bir dünya! gözünün alabildiğinden öteyi görmek sadece hayal gücüne kalmış artık. koşup koşup aynı camlara çarpmaktan çok yorgunsun. hoşgeldin öğrenilmiş çaresizlik! fanus kalksa bile çıkamayacağına olan inancın öyle sabit ki, yerinden bile kalkasın gelmez. belki şans eseri sırtını cama dayadınsa düştüğünde fark edersin yokluğunu. fakat insan nefret ettiği bir şeye niye yaslansın ki?
ben boğuluyorum. alabileceğim oksijen pek kalmadı buralarda. her şey o kadar stabil ki... o kadar çok şeyin hesabını vermek zorundayım ki... o kadar yorgunum ki...
tanrının can sıkıntısını ben gidermek zorunda değilim. madem ezeli ve ebediyim, oyalanacak bir şeyler yaratayım bari, inancını bir kenara bıraksın. en azından benim için. oturtulduğum bu masadan artık kalkmak istiyorum! ve öldükten sonra da sonsuz bir yaşam bizi bekliyor olmasın lütfen. ne cennetin nimetini ne de cehennemin azabını kaldıracak gücüm yok. parçlarıma ayrılıp yok olmak istiyorum ben. ayrıca parçalarımın peşinde bile değilim, ne halleri varsa görsünler. ben cennetini de cehennemini de tattım. dahasını istemiyorum. İS-TE-Mİ-YO-RUM! Tanrı'nın bu denli anlayışsız olması niye?

6.6.10

bi öl.

sıkıldım.
üç sınav iki ödev kaldı. bir ödevi vermeyeceğim. diğeri final niteliğinde olduğundan mecburen vereceğim. ama ne yazacağımı bilemiyorum. zira çok sikindirik sokunduruk dokunduruk bi ödev. ağzımı bile bozdum o derecelerde. herhangi bir gazete haberinden (ki mahkemeye de intikal etmiş olacak bu) sosyal inceleme raporu yazmamı bekleyen bir sosyal psikoloji profu hocam var. aynı zamanda şizofren olmamı da beklediğine eminim ben. zira olayda adı geçen -hatta genelde kısaltması geçen- insanlara hayali sorular ve testler uygulayıp bu hayallerimize dayanarak da raporu oluşturmalıyız. gerçek bir halisünatif tepki yumacığı. "hacı nası olacak?" bir de yaratıcı bir ödev bulabilmek amaçlı günlerce düşündü bağyan kişi. çok yaratıcı, ama ödev değil, bunu yazıp bitirdiğimde ben bu unvanı hak edeceğim.
yarın sabahki sınava da neredeyse hiç çalışmadım.bu nasıl bir rahatlıksa?! umrumda olsa çalışacağım da umrumda biledeğil.sabahtan beri iki buçuk film, iki dizi izledim.
ve yağmur yağdığı halde çok sıcak.
bence sevgilim de öldü bu arada başım sağolsun.

5.6.10

nasılsa görmeyecek veyahut çok geç görecek olan insan,
baksan görürsün de bakmıyorsun biliyorum, bakarsan da şaşırırım filan özür dilerim. aha bu da ikinci kişi işte "baksan şaşarım" dediğim şu blog içinde.
pine up'tan üretim hatasını dinlerken: tık!
twitter'a da yazmış olduğum şey söylemek istiyorum: (evet twitter'ım var ama bence ondan da haberin yoktur, niye, çünkü umurunda değil.) böyle gitmez.
cesaretim mi yok, yanında çok mu mutluyum, sen yokken çok mu mutsuzum, katlanmadığım şey ne acebae?
kıskanç değilim paranodim
bi tuhaf değilim şizotipalim
üzgün değilim depresifim
takıntılı değilim obsesifim
kızgın değilim pasif agresifim
gel gitli değilim sınırda kişiliğim
kendini beğenmiş değilim narsistim
evet ben buyum. oh, yasal tanıyı da koydum çok mutlu oldum. "a" desen, "hastayım ben!" der ağlarım mesela. deme. a bile deme. hiçbir şey deme. ama susma da. psipsikopatım. pisipisi. kop at.
sen bunu kaldıramazsın. ben duygu küntleşmelerine tahammül edemem. zaten 564km mesafeye bir de okyanus eklenecekmiş. ki evlenmek kelimesi bile sende mide bulantısı yaratıyorsa ve ben gözümü gelinliklere takılırken kendimi yakalıyorsam bunun ortası neresi?
önümüzdeki maçlara bakmayı öğrenemediğimiz için mütemadiyen gol yiyen bir takımız biz. ben ve benden içerüler. bir adım öne atamayınca

4.6.10

kendimizi tanıyalım

evet bu hafta kendim hakkında öğrendikleriim bitmek bilmiyor. öncelikle güvenliği geçerliliği olan bir kişilik bozukluğu testi sonucumu görelim:
okb
depresif
narsistik
pasif-agresif
paranoid
şizotipal
sınırda
bütün bu yukarıda saydığım kişilik bozuklukları bende mevcut.
ayrıca fizyolojik öğrenmelerim de yok değil:
çift uterus
iki miyon
kadınların sadece %2'sinin çiftuteruslu olduğunu biliyor muydunuz? yaaa. çok özelim. yukarıdaki kişilik bozuklukları da %5 civarında yaygın. ne oldu? daha bir özel oldum. bunların hepsinin aynı kişide bulunma ihtimalini hesabı kuvvetli olan yapabilir, epey düşük işte.
soruyorum: ben neymişim be abi?
çift uterus en çok şaşırdığım konu oldu tabi, hatta çift uteruslu kadınlar kulübü diye bir şey var google'da.
bi tanesi yetmez gibi...
bu kadar.
şaşkınım, yorgunum en çok da hastayım.
öptüm, kib, bye.

31.5.10

KATİL İSRAİL

KATİL İSRAİL
KATİL İSRAİL
KATİL İSRAİL
KATİL İSRAİL
KATİL İSRAİL
KATİL İSRAİL
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

27.5.10

mazoşizm

evet ard arda
Dark Tranquility - Lethe
Opeth - Face of Melinda
Anathema - Everwake
bunları dinleyene, yılın malı madalyasını veriyorlarmış. ben aldım.
fakat yine de bilmeceyi çözemedim:
yanında her şeyi unutturan, lethe ırmağı kadar duru ve acıları silen bir kadın mı?
yoksa sadakatle bağlılık yemini etmiş, tüm varlığını tek bir adama vermiş olan melinda mı?
çeksen film olur cinsinden.
"not a care if I never wake"

ordinary day

bunu ararken:


şuna rastladım:


tabiki ikinciyi daha çok seviyorum. ama netice birinciydi. araya ne haticeler karışıyor allahım!

24.5.10

yorgunum

yine bir sınav dönemine girmek üzereyiz. hayırlısı diyorum.
çok bir şey yazasım yok, internete girdiğim de yok şu sıralar pek. başıma internetle ilgili kötü şeyler gelmiştir belki. olamaz mı? olabilir? -yani cansu iş güçten değil.-
nil karaibrahimgil konserinden çıktım geldim. nil'i severim, bilenler bilir. ama konser hala devam etmekte. ben evdeyim. kendimi bu konuyu anlatamayacak kadar bıkkın hissetmediğim bir vakit onu da anlatırım elbet. ama nil çok güzeldi. en azından bunu söyleyebilirim.
sanırım odama gidip fizyoloji sorularını cevaplamaya başlayacağım, ya da yatarım. bilemedim. başım ağrıyor gibi. nedensizcesine. (sanki "nietzsche" yazar gibi oldu nedensizcesine yazınca.)
son olarak:
ay lav yu ay lav yu
du yu lav mi
yes ay du.

15.5.10

yağmur yağıyor!

bence hayat tuhaf bir şey. mütemadiyen birilerinin başına bir şeyler gelip duruyor. yağmurlu havalarda sanki daha çok şey oluyor. bilemiyorum. bugün burası da yağmurlu mesela. insanlar daha duygusal ve depresif, yollar daha kaygan, kediler daha ıslak olduğundan olabilir belki.
insanın söyleyecekleri mi tükeniyor bazı bazı?
keşke sohbetlerimiz bu kadar tıkalı olmasaydı.
gökten düşen damlalar ılık ve yumuşak. bu yüden göz yaşına benzetilmeleri de çok normal.
ellerini tutacak kimse kalmadığından kendi ellerini tutan bir kadın pencere önünde, tanrı'nın kendisine şah damarından yakın olduğunu düşüp yalnızlığını giderebilir mi böyle günlerde?
yağmurlu günler baş belasıdırlar. parkta oturup üşüyerek içtiğiniz ilk sigara aklınıza gelebilir mesela. ya da belki de artık uzaklarda olan bir eski sevgiliyle öpüşmüşsünüzdür. yağmurlu günde yaptığınız trafik kazası olabilir. kasvetli ve kötüdürler.
bilmem. belki de iyidirler.
sizin cebinize hangi damlaları aldığınıza kalmış olmalı.

8.5.10

boyumu aştım, kitaptan sonra müziği de eleştirdim

anathema yeni albüm çıkarmış. tek bir şarkı dinledim. o da bu:
anathema - everythingbu şarkıdan başka şarkıları dinlemeden genel bir şey demek istemiyorum ama bu şarkı için şunu söylerim: gosssip girl, o.c. tarzı dizilerin soundtrack'i. adeta. teenage krizlerinin mutlu bitiş sahnelerinde çalan kavuşma anı müziklerinden tam. anathema böyle miydi? ya değildi ya da ben değiştim ve bana öyle geliyor. bilemem. (anatheman'nın da çok umrunda benim görüşlerim zaten, o apayrı konu.) fakat özellikle bu nakarat kısmı avril lavigne kokuyor. mesela everything'in arkasından şunu dinleyin, hiçbir rahatsızlık vermeyecek geçişten ötürü.
avril lavigne - keep holding on
neyse ki ben kafası karışık bir kadınım da seviyorum bu tarz müzikleri. fakat avril lavigne'den tiksinen koyu anathema hayranları da benim gördüğümü görebilecekler mi? tarafsız kalabileceklerini sanmıyorum.
bir de tesadüfen sevdiğim bir şarkıya rastladım, al bunu da dinle dinlemişken. o tip dizilerin kumsalda verdikleri partilerde çalanlardan:
rooney - when did your heart go missing

























bu gördüklerin de benim en sevdiğim anathema albümü (1999) ile yeni çıkan anathema (2010) albümünün kapakları. sanki karanlıktık aydınlığa çıktık der gibi de bir fotoğraf benzerliği yok değil. we're here bec. we're here da sanki "dünyaya neden geldik?" başlıklı temel felsefi ve dini sorunun cevabını keşfedip huzura ulaşmışlığın göstergesi gibi geldi. eminim "neden albüme bu adı verdiniz?" klişe sorusunun cevabını verdikleri bir röpörtaj yazısı şurda burda vardır, fakat okumuş değilim. gören bilen varsa bana da söylesin.
Şu da Judgement albümünden en sevdiğim şarkı:
anathema - forgotten hopes
beni anathema ile tanıştıransa kıvaç'tır. özgür'ün doğum gününden dönerken her zamanki gibi kulağında kulaklıkla cam kenarına oturmuş müzik dinliyordu. alıp ne dinlediğine mi baktım, o mu dinletti bilmiyorum şu anda, epizodik belleğim bunu açık seçik çözemiyor. ama şu şarkıydı: 
anathema - j'fait une promesse 
ve bu kadar. ben sürekli müziğe dair bir şeyler yazsam iyi gibi. 3-5 şarkı paylaşmış oluruz.
son kararımsa, anathema liseli depresif gençlerindir.
ama eklemeli, last fm dinleyici kitlesi son albümü özetle "en iyisi değil ama dinlemeye değer başarılı bir anathema albümü." olarak yorumlamış.
biterken çalansa en sevdiğim the smiths parçalarından:
the smiths - how soon is now

7.5.10

noldu şimdi?

ben yoruldum. o yoruldu. biz yorulduk. yorgunuz.
sanırım sıkıldım.
öf.
yemek filan yiyebilirim galiba. akşam da teoman konserine gidebilirim bence.
"bence boşver gitsin ya. senin iyliğin için söylüyorum."
dinlemek dinlememek arası....
eyh.

6.5.10

non.

kollarım ağrıyor. sırtım da ağrıyor. çok ciddi sorunlarım var sanırım. sanmam, öyle. "depresif tipler başarılarına dışsal, başarısızlıklarına içsel atıf yaparlar." işte ondan. mütemadiyen manik durumda olursam hepimiz mutluyuz. ama depresif dönemlerim hiçbirimizin hoşuna gitmiyor. hayat zor.
burdan hayatıma diyorum ki: demiyorum bi şey.

sanırım canım sıkkın, evet.

içimde kötü bir his var. içimde bir umutsuzluk var. ama içimde bir güç var. içimde bir korkusuzluk var. dedim ki: gidersen git, sonuna kadar. elimden gelenin en iyisini yaptımsa ben, üzülecek bir şeyim yok. bütün üzülmelerimi çoktan üzüldüm, bütün kayıplarımı çoktan kaybettim. inançla güven yok olunca umudu da beraberlerinde götürüyorlarmış, henüz anladım ben. hayırlısı olsun.
bundan öte bir başkasına aşık olabileceğime inanmıyorum. defalarca söyledim. ama sen daha gençsin. genç olduğun için heyecanlı ve haklısın. nasılsa orda olduğuma da öylesine eminsin ki, gerçekten umrunda değil. sen seviyorsun, bense aşığım. sahip olduğum hemen hemen her şeyi uğruna feda edebilirim, hiç üzülmeden, hiç acımadan ve kesinlikle gözüm arkada kalmadan. ama sen etmezsin, edemezsin de. benim için riske giremezsin. hayat takaslarla işliyorsa, herhangi bir şeyin karşılığı etmiyorum ben. böyle inandırdın zaten. o kadar çok incittin ve değersizleştirdin ki, altınsam bile çamur içindeyim, değerimi göremiyorum.
nefes alacak boşluklarımı geri istiyorum. haklıysam bile haksızmışım sanıp günlerce üzülmek istemiyorum. hiç vicdan azabı çekmedim. çekeceğimi de sanmıyorum. beklemekler beni yorar ve üzer. dün geceden beri hem yoruluyorum hem de üzülüyorum. süre uzadıkça bunların miktarları da artıyor. ve bence hak etmiyorum, hayır.

oysaki benim "23numara" adlı filmi izlediğim gece her şey çok güzel ve berraktı. korunduğumu ve kollandığımı hissediyordum ve hiç korkmadım. uyudum, düşümde yanındaydım.
neye inanacağımı bilemiyorum.
neredesin? göremiyorum.

4.5.10

öylesine

bazı şeyleri kocaman kocaman düşünüp, kocaman kocaman üstüme yığa yığa başım ağrıdı. işte bu. öyle bir başım ağrıdı ki 12 saatten fazla uyumak zorunda kaldım geçsin diye. bence başımın ağrısının sebebi belirsizdi. bahara suç atan çoktu. falıma bakan bir arkadaşımdı belki isabet ettiren: "sorun çıkınca dibine kadar ona batmak istiyorsun. aslındaayağın aydınlıkta ama başın bir türlü karanlıktan kurtulmuyor. 10 günün iyi geçse, geçen bir kötü günde o 10 günü hiçe sayıyorsun. hayatına haksızlık ediyorsun." bunu bana söyleyebilecek onlarca insan tanıyorum. falsız.
benim iki yan apartmanımda oturan bir insan vardı, ona n'oldu? bir şey olmuş olmalı ama bir türlü çözemiyorum ve ara sıra kafama takılıyor.
birşeyler çalışmalıyım. ingilizce, iktisat teorisi, bilişsel psikoloji... fark etmez. ama çalışmadan öylece duruyorum. zor mu? hayır. günde bir saat versem sınavlara kadar her şey biter. ama yapmıyorum. hiçbirimiz yapmıyoruz neredeyse. bu da başka bir savunma mekanizması. rasyonalizasyon muydu adı yoksa başka bir şey mi? (ben kişilik kuramları'ndan nasıl geçtim acaba?)
bir şeyler yapmam gerektikçe ne yapacağımı şaşırıyorum (çünkü çok fazlalar), şaşırdıkça yapamıyorum, yapamadıkça kalıyorlar,kaldıkça birikiyorlar, biriktikçe karmaşıklaşıyorlar ve başa sarıyorum: bir şeyler yapmam gerektikçe ne yapacağımı şaşırıyorum (çünkü çok fazlalar)...
ve sanırım hayata daha optimistik bakmanın zamanı geldi. eğer ben bileklerimdeki kesiklere baktıkça "insanın canı acımaz mı ya ne cesaret?" demeye başladımsa, evet, daha iyiyimdir. 2 yıl mı olmak üzere? evet. hala küllerini süpüreye çalışıyorum da astımlıyım, o yüzden fazla zaman ve özen istiyor bu temizleme işi gibisinden.
tiyatro ekibindekiler: size gülüyorum. kendinizi profesyonel sanıyorsunuz ve bunla övünecek kadar salaksınız. dur hatta acıyorum bak, evet acıyorum. dünya üstünde kimse herhangi bir konuda yeterince bilgi ve tecrübeye sahip olamaz. acımasız gerçek. bu sebeple kimse profesyonel değildir. ancak birilerinden daha iyidir. fakat sizin kıyas noktanız nere kuzum? hahaha! (ben de bir zamanlar öyleydim ve salaktım evet. en azından kendimi biliyorum.)
bir de bu hava nedir? bir sıcak bir soğuk? bakyine ateş bastı!
ha unutmadan, mütemadiyen sylvia plath'ı gözümü kapayınca görmem neye işarettir? biri bunu açıklasın. çok tuhaf.

29.4.10

hamilelere sakıncalıdır

an itibariyle taban tabana zıt yemekler tüketebileceğim bir kocanın, tıpatıp aynı yiyeceklerden hoşlanabilceğim bir kocadan bin kat iyi olduğunu fark ettim. neden mi?
çilek, kahve, çikolata, kırmızı et, tavuk, süt, yoğurt ve taze ekmek. işte hayat bunlardır. şimdi bunları paylaşmak güç. hadi ekmek neyse ama kahve ve son çikolata için direnirim baya bi. fakat misal, bir kase zeytin olsun, dokunmam bile, hatta dokunsam rahatsız olurum. peynir, hiç aramam. domates, zaten yemeğin içindekiler dışında yemem ki bu doğal olarak ketçap, salça ve salata sevmediğimi de ortaya koyacaktır. ya da balık, mümkünse olmasın. kim bulduysa o iğrenç kokulu şeyin yenebilirliğini? hiç sevmem. zorunluluktan ton balığı yerim yılda iki kere filan, geçen de uskumru yedim, şaşırmayan kalmadı ("zaten sen faydalı bir şey yeme kızım! kave iç 45 kilo kal ööööyle!").
şimdi kocamla bu yemekler için kavga etmektense uslu uslu oturup sevdiğimiz şeylerle beslensek kimse de kimseye karışmasa? misafir gelince de yaşadı, herkese hitab eder bir menü olur ortada mütemadiyen kimse aç kalmasın diye.
evet bu en iyisi.
patates kızartması, pasta, türk kahvesi, neskafe, çikolata, çilekli-yoğurtlu çikolata, bitki çayları, süt, tavuk kızartması, bol acılı adana...

28.4.10

woody allen - manhattan





















olayın özeti:

Tracy: Let's fool around. Let's do it some strange way that you've always wanted to, but nobody would do with you.

Tracy: Let's fool around, it'll take your mind off it.

Isaac Davis: Hey, how many times a night can you, how, how often can you make love in an evening?

Tracy: Well, a lot.

Isaac Davis: Yeah! I can tell, a lot. That's, well, a lot is my favorite number.

----------------------------------------------------------------

Tracy: I'll be back in six months.

Isaac Davis: Six months are you kidding? Six months you're gonna go for?

Tracy: We've gone this long, well what's six months if we still love each other?

Isaac Davis: Hey don't be so mature okay? Six months is a long time! Six months, you know you're going to be working in a theater there, you'll be working with actors and directors, you'll go to rehearsal, you'll hang out with those people, you'll have lunch a lot, before you know it attachments form you know. You don't want to get into that- you'll change you know you'll be in - in six months you'll be a completely different person.

Tracy: Well don't you want me to have that experience? I mean a while ago you made such a convincing case.

Isaac Davis: Well yeah of course I do but you know, I- I just don't want that thing I like about you to change.

Tracy: I've got to make a plane.

Isaac Davis: C'mon you dont-, c'mon you don't have to go.

Tracy: Why couldn't you have brought this up last week!... Six months isn't so long... not everyone gets corrupted... you have to have a little faith in people.

---------------------------------------------------------------

soru: do I faith in people?
cevap: sanırım hayır, ki çok saf halimle. sen düşün.

27.4.10

kendime

bak şimdi ben her iddasına varım boş vakitlerinde benden çok onun resimlerine baktığına. yoksa nerden bilsin her bokunu. di mi? di.
ps: bu not tamamen kendimedir.

cansu'ya gelsin

bırak bu işleri, fırçala dişleri

yalanlara inanmak gerçeklere inanmaktan daha kolay. zaten bütün ama bütün yalanlar siz yara almayın diyedir. siz acımayın diyedir. fakat yalanların da konserveler gibi son kullanma tarihleri vardır. bozuk konserveyi açtığınızda burnunuza gelen iğrenç koku gibi kokuları vardır sonrasında. mide bulandırır. tiksinçliğin ardındaki gerçek de bi o kadar dehşet uyandırır, zaten tahmin ediyor olsanız bile.
sabah kalkıp camdan dışarı bakıyorum başıma şalımı dolayıp. sonra ağlıyorum. sonra yeniden gülmeye başlayorum. manik depresifim diyemiyorum. bu kadar değişken olmaz manik depresifler. bir yönde stabildirler bir süre. kendime güzel yalanlar söylüyorum. bu gülümsemlerin merkezi bura. sonra yalnların süresi dolunca yeni yalanlar buluyorum inanmaya değer. yalnız değilim, biliyorum.
eskiden böyle değildim. eskiden tüm çıplaklığıyla bakardım en kötü yönlerine. üzülürdüm sahiden. artık üzülmüyorum. insanlar bana "sakin ol" dediklerinde aslında hiç olmadığım kadar sakin oluyorum, onlar beni panik içinde görüyorlar, bu imajı nasıl verdiğimi çözemiyorum. bir sandalyeye oturuyorum ve aklımdan tek bir düşünce bile geçmiyor. yıllardır durup susmayan beynim tek kelime etmiyor. öylesine bomboş oturup bekliyorum. şeylerin yaşanmasını ve geçip gitmesini bekliyorum. bir an evvel akmalarını, bir sonuca bağlanmalarını bekliyorum kendi kendilerine. ama sakin olmamı söylüyorlar. hiç o kadar sakin olmamıştım ki. çünkü aklımda hep olabileceklerin en kötüleri dizili durur ve olduklarında hiç ama hiç şaşırmam. genelde hiç üzülmem. anlamlı anlamsız bir çok şeye uzun uzun üzülmekten olmalı. üzülecek yerim kalmadı.
böyle iç sıkıcı konuları yazarken bile bunalıyorum işte hemencik.bakyine bunaldım. sims oynayacağım mesela.

26.4.10

teomanlı geceler.

björk bağırmasın!
içimdeki björk de karşılık olarak bağırıyor, hoş olmuyor. kulakları sağır edici.
bence olabilecek en güzel şey kendine çaktırmaksızın kendini kandırabilmektir. mutluluk!
sigara erkeklerin değil kadınların eline yakışıyor. buna kanaat getirdim. (onur hariç)
bazen rükneddin'e gülüyorum. iyi adam rükneddin vesselam. pompei'de yaşar.
şimdi gitsem pencere pervazında sigara içsem saatlerdir aynı yerde oturan ebeveynlerimden biri muhakkak gelirler, içemiyorum. siz siz olun ebeveynsiz ortamlarda yaşayın.
fakat izmir'deki 2 cinayet nedir?
ya da siir'teki tecavüz davaları?
"çekip gidesim var artık yalan dünyadan."
içimi sıkan bir tarafı var. sonu gelmez bir boğuculuğu. çözemedim. ortada sorun da yok ama belki de görünmez sorunlar vardır. ya da belki ben de "mutsuzluk yaratmak üzere dünyaya gelmiş"imdir. hatta belki de kadınların genel yapısıdır bu, sükunetten husumet yaratmaca. bilemedim.
seçimlerimiz ne kadar doğru? bunu sorgulamak bizi bi yere götürür mü?
bugün kampüste baktım, herkes üniversite öğrencisi. yani liseyi bitirmiş, öss'den geçmiş insanlarız hepimiz. bütün o süreci yaşadık. aynı süreçleri. ama çok farklıyız. kadınsı erkekler, erkeksi kadınlar, çocuksu kadınlar, melankolikler, neşeliler, günde 2 paket sigara bitirenler, sigaranın kokusuna tahammül edemeyenler, sosyoloji sever mühendisler, sosyoloji bölümünü seven mühendisler, o bu şu!
(feel good inc - editors, bak bunu dinlemek gerek işte)
oturduğumda yazacak çok şeyim vardı. yanlış da değil gerçi, bak bu ikinci yazı. yine de istediğimi yazamıyorum sanırım. belki açık etmeye ilişkindir olan biten, belki de düzgün gidişinden bazı şeylerin.
emin olduğum ve herkesin emin olduğu nokta: giden dönmez.
fiziksel olarak bile çocuklaşılmış artık. bütün gençlik hevesleri de yitmiş. "adam olmak" peşinde, kendini bulmak peşinde, dibine kadar bireysellik, ben merkezcilik ve evet bencillik peşinde. böyle bir adama yapılacak hiçbir şey yoktur. konuşmalarla ikna edilemez. susuşlar da bir yere varmaz. bildiğini okuyacaktır. sonunu çok net görmediğiniz tecrübelerin aktarımlarından faydalanmazsınız. faydalanmayacaksınızdır da.
21-black.
back to black.

izmir'e dönüş

bayadır yazmadım. ama bayadır.
yollara gittim, sonra döndüm. yollar yorarlar. burası kesin.
mersin-istanbul-çandarlı. akdeniz-marmara-ege.
arada doğum günüm geçti. nedendir bilmiyorum benle aynı gün doğan bir sürü insan tanıyorum ve tiksindim doğum günümden adeta. bütün günler çuvala girmişcesine. en tiksindiğim en kıskandığım ve sinirimden köpürdüğüm kadınla bile aynı gün doğma başarısını gösterdiğim için (daha doğrusu bu başarı ona ait, zira benden sonra gelen o.) tebrik ediyorum gerekli kim varsa bu işte. kendimi onun resimlerine bakmaktan alamıyorum ve bu yılki doğum günü kutlamasına rastlayamadığım için merak bile ediyorum. bana ne peki? çok saçma. ama durum bu.
(lady gaga bad romance adlı şarkıyı fransızca söyledi az önce? neden acaba araya fransızca da katmış?)
derince bir nefes almak ve böyle şeyleri es geçmeyi öğrenmek lazım.
mersin ufacık bir yer. bir günde gezip bitirdik. eğer yolunuz düşerse atom için, tantuni yiyin, cezerye yiyin ve ben yiyemedim ama siz kerebiç yiyin. psikodrama insana inanılmaz bir içgörü kazandırır, bir kez daha ispatlandı. fırsatınız ve vaktiniz olursa katılın derim. deneyselci mi olsam dedim? (deney satarım?)
istanbul ise her daim koskocaman. sanırım her yerini gezmek namümkün. bu kez cevahir, natülüs, yine taksim, tuzla ve kadıköy'e gittim. cansu'yu gördüm ne büyük mutluluk. cansu'ya sayfalarca mektubum var!
çandarlı'da birisi yelkovanı tutuyor gibi. 3 gün geçirdim ama sanki bir hafta sürdü. ödev yaptım bitirdim, insaf.
istanbul'un üstüne nereye gidersen yavaş geleceğini düşündüm şimdi de.
öfkemi yenmeyi öğrenmişim ben. az önce midem ekşimiş kusmak üzreydim, şimdi sanki hiçbir şey olmamış gibi.
yeni bir metin yazmalı. bu sanki biri bana nasılsın iyi misin neler yapıyorsun? diye sormuş ben de onu cevaplamışım gibi oldu.
bu arada dünya üstündeki bütün kitap fuarlarını tanrı kutsasın! (burdan tanrı'ya da seslendim, tam oldu.)

11.4.10

eski acıların kabuklarını kaldıranlar.

bütün meselemiz bir adamı iliklerine dek özlemekte. susuz kalıp gece yarısı uyanınca baş ucundaki sürahinin boş olması gibi dokunamıyor olmak. araya kilometreler girmiş. mutfak da öyle gecelerde adeta millerce uzaktadır ya. işte öyle.
bütün meselemiz ideallerimizin saçma sapan gelmesi diğerlerine. bir an evvel işe başlamak gerekliliğinin göze sokulması. ikinci üçüncü dördüncü üniversiteler okunulup ne yapılacak, sonu yok bunların. bu sebeple salla başı al maaşı ebediyen aynı çarkta kıvran dur. bu okumaktan dahaca iyi. ı ıh. hayattan zevk almayan birini dört duvar arasına koyup tüm gün hesap yaptırmak, kağıt doldurtmak filan bence onu ikinci kez öldürmektir. ben bir daha ölmek istemiyorum. kpss'ye de gir-mi-yo-rum! en azından seneye ve bu sene.
ben bu adamı özlüyorum.
ben bir adamı özlüyorum.
tenim tenine dikilmiş gibi, ayrı kaldıkça dikişler patlıyor gibi, can yakıyor gibi.
ben korkuyorum.
koskocaman okyanuslardan, ilk defa. oysaki okyanuslar da pınarların akmasıyla olmadı mı? onlar da benden bir parça değil mi? ama korkuyorum. okyanuslar kocaman. ve ben pek iyi yüzemiyorum. üstelik de titanik 16 nisan'da batmış. (peki ya shuffle'dan ocean adlı bir şarkının bu cümleler üstüne denk gelmesi neyle açıklanmalı?)
ben, yorgunum.

5.4.10

sınav dönemi sendromu

evet duraklama devrine girmişim adeta.
cansu açıldı ben duruldum.
bir şey yazasım gelmiyor.
acıklı tabi.
niye ki böyle?
tuhaf.
bilişsel psikoloji: ömrümü yedin! yaratıcılığımı körelttin. sen de olasın benim gibi.
sevgiler.

30.3.10

spss

bugünü de ibrahim tatlıses günü ilana ediyorum. bir örnek:
ben insan değil miyim?
niye bu şarkı? çünkü spss!
p derken?

29.3.10

bence herkes the rolling stones dinlemeli.
ayrıca herkesin boş günü gerçekten boş olmalı.
ve sizin için çalışan insanlara işlerini bitirdiklerinde teşekkürü eksik etmeyin.
ve dahi bilgisayarın başında fazla kalmayın, radyasyon almayın, başınız ağrır.
tüm bunlara ek olarak uykum var. yatıyorum ben.
öptüm kib bye xoxo gossip girl.
ay lav yu ay lav yu
du yu lav mi yes ay du!
işte bütün mesele bu!

25.3.10

CANSU BANA KÜSMESİN!

Cansu bana cevap vermiyor. Cansu bana cevap versin.
Erkekler, hepsi sizin yüzünüzden!
Ama Cansu :'(
Cansu!
Cansu bana küsmesin!
Barışana kadar da her gün cansu beni affetsin diye her yere yazarım, günleri de sayarım.
Cansu cevap versin!

24.3.10

odamın duvarı

odamın duvarındakilerle ilgili ayrıntılı bilgi için
bkz: http://morpisimelinda.blogspot.com/2009/07/poster.html
ama şimdi şu var ek:
en soldaki.

okuldayım, zaman öldürüyorum

sonuç: tek başına yenmiş bir kase mercimek çorbası, bir kaşık kekikli mantı (yanlışlıkla kekilenmiş, amaç nanelemekmiş) ve 3 tane konmuş olmasına rağmen ancak 2si bitirilmiş kemalpaşa tatlısı. saat 11:59'da bütün bunlar halledilmiş ve dersin başlamasına bir saat kalmış. mide bulantısıyla karışık karın ağrısı çay almak için sıra beklemeye izin vermemiş. gidilmiş kütüphanede oturulmuş, sokrates'in savunması okunmuş. bir kaç arkadaş gelmiş o sırada, tez almaktan bahsetmişler. tez alası tutmuş ama kimden alsın bilememiş. hangi konuyu alsın hiç bilememiş. onun ilgilendiği konularla ilgilnen kimse mevcut değilmiş o kadar öğretim görevlisinden. ne olurmuş sanki sanat psikolojisi ile ilgili tek bir öğretim görevlisi olsa. arasan dünyada kaç kişi çıkarmış ki zaten?
yalnızlık onun her şeyiymiş. çünkü hep yalnızmış. ve yalnızmış. çok fazla arkadaşı, mesaj atabileceği gırla insanı da olsa pek can sıkıcı geliyormuş bütün bunlar ona. sorun çıkarıcı geliyormuş. o da sürekli sorun çıkarıyormuş zaten. melankoliyi kim sever?
şimdi ne olduğunu hiç anlamadığı bir süreçte savrulurken, keşke her şeyin daha sakin ve güzel geçmiş olmasını dilemekten başka elinden bir şey gelseymiş.
yeni yeni kitaplara başlayıp yarım bırakmaca da neymiş?
bakılacak kusurları artmış insanmış artık o. işte hepsi bu.

23.3.10

ben öyle demedim ki

ağrılarım bir yere varsın. bacağım beni öldürüyor. ve suyumu getiren adam gelsin bana suyumu versin. en tatlı su onun elinden gelen çünkü. kollarım kaşındı durdu kırmızı kırmızı izler kaldı sonra yoluk yoluk. ben özledim. günüm gecem özlemekle geçiyor. günüm gecem yalan söylemekle geçiyor. başım da ağrıyor, karnım da. ne istiyorsun be kadın demezler mi insana? derler. dümdüz bir şey yazamaz mıyım ki ben? laf salatası, kopuk kopuk cümleler. kimse anlamasın diye dizili gelmiyor meseleler. evdeki bütün prespektüsleri okumak neyin saçma çabası? vaktin mi çok evlat? oysaki ben öğlen uyuyacaktım. sonra bilet alamaya gittik. şimdi istemiyorum kongreye gitmeyi sadece istanbul'a gideyim. ama bu haliyle bile çok uzun kalıyorum. 17-18-19-20. iki gece yetmez. neyine yetmiyorsa? sanki dün o da vardı elinde gibi. insan yorgunluktan ölmek isteyebilir mi? ne yapmış da yorulmuş, o da ayrı tartışma konusu. ama bu aralar feci yorgun. bedeni yorgun, sinirleri yorgun. saçları bile yorgun inanır mısın? ve çok üşüyor. evlenmek istemiyor, sahip olmak da istemiyor. ama şu üşümeler geldiğinde sarılmak istiyor. çok mu şey istiyor? yorgunluktan ölünse ölür. hemen şimdi ölür. uyuması lazım ama yatağa gidemeyecek kadar yorgun hem de. üstünü değiştirmek de başlı başına sorun zaten. soğuk hem, ü-şü-yor! mademki üşüyor, sarılsın! tanrı çok görüyor, bu kadar acı niye? birine sarılmak neden bu kadar güç ya da neden sarılması güç bir adamı seçtim ben labirentlerinde aç bilaç dolaşmak için ne kadar kaybolursa o kadar mutlu? iç çekiş.

22.3.10

bir zamanlar gönlünüzü kaptırdığınız adamların ağzınızın köşesindeki bir umursamaz kıvrıma sıkışması

feysbuuuuk feysbuuuk

evet, beni bilenler bilir, eğer sertab erener filan dinliyorsam iyiyimdir, nil vs. dinliyorsam çok iyiyimdir, anathema dinliyorsam depresyona doğru bir yönelim, ağla sevdam'a döndüysem beni baya kaybettik demektir ama ismail yk 'ya mı geçtim: benden kötüsü yok!
an itibari ile dinlediğim şarkı:
ismail yk-facebook
o kadar berbat haldeyim ki var sen düşün.
geçenlerde rastladığım kırmızı çizgi, artarak büyümeni temmeni ediyor ve durmaksızın keyfini bekliyorum.
sevgili lokomatif gülşen, ismail yk da sana sesleniyor, anti parantez.
herkesin zevkine göre çılgın ayhan. evet sana da tuhaf vokal sesleniyor ki adını bilmiyorum hatunun, büyük kayıp tabi.
burdan pelin'e de ben sesleniyorum, naber lan napıyon? sen büyüyüp hukukçu olacaksın ve ben senin "allah belanı versin" klibini on kere çevirip izlediğin günleri yakından bilen biri olarak tüm ciddiyetine kahkahalarla güleceğim bebeğim. evet güleceğim. davalarına girip, gülüp, çıkacağım. çünkü psikolog olan psikopat olamaz diye bir kaide yok cicişcim.
ve irem temiz. sen adını google'da arada aratıyorsun ya, al sana bir sayfa daha. (mesajlarıma da cevap ver kadın!) istanbul'a geleceğim yakında alemlere akacağız tatlışım, itiraz kabul etmiyorum, gerçi edeceğini de sanmıyorum. şahsen safir'in manzarasını güzel bulmuştum ben. pazar gecesi dolu olacağını da umarak eller havaya yapalım diyorum. bilmem sen ne diyorsun?
havam yerinde, alaturka oldum, oynamadan duramam. böyle de bir şarkı vardı, 90'larda. hatırlayan bilir. dur bulayım hepimiz için. (bi de "havam yerinde"yi az önce google'a sorana kadar "kafam yerinde" diye bilmenin verdiği derin utanç var)
sinan erkoç-havam yerinde
ben artık susayım, daha fazla saçmalığı kimse kaldıramaz bence. evet.
xoxo, gossip girl.