27.10.13

such a perfect day

zaten hayatta birbirini aldatmamış çift kaç tanedir ki? aslında İncil'de açık bir şekilde aldatmanın bedeli toplumdan dışlanma olarak belirtilmiş ve ahlaksızlık olarak vurgulanmıştır. ama kaç kişi birbirini aldatmamıştır ki? ya da aldatmayacağı anlamına gelir yani? mesela senin o eski sevgilin ya da yakın arkadaşım dediğin kızla napıp napmadığından nasıl emin olacağız? nereden bileyim yalan söylemediğini. sürekli yalan söylüyorsun. nereden bileyim? belki de aradığın bahaneyi buldun işte. buldun. bulamaz mısın?
hava da soğumuş. marketten ne alacaktım? günlük ped. saat kaç ki? 10'da kapanacak yazıyor. saat de kullanmam. insanın telefonuna bu kadar görev yüklemesi, şarjı bitince elini ayağını kesiveriyor.
öfff, kahveden gelen küfür seslerine karışık çay kokusu. doğru, maç vardı, Galatasaray bilmem ne maçı. Galatasaray maçı varsa kesin o her zaman gittiğimiz yerde oturuyordur, maç izliyordur arkadaşlarıyla. gerçi evde de o paralı kanalı var mıydı ki?
zaten biz hep onun istediği yerlere giderdik. benim sevdiğim yerleri hiç benimseyemedi. niyeyse sevmezdi yani. bir yer biraz salaşlaşsın, biraz fransızlaşsın, biraz gözden uzaklaşsın, biraz içinde kitap-dergi barındırsın, tamam! hemen tiksinirdi. ondan eminim şimdi benim gittiğim yerlere hiç gelmez, keşfetmeye bile uğraşmaz.
içerisi de çok sıcakmış. ceket fazla geliyor. terledim. neredeydi bu pedler? allık fırçası, jiletler... öbür taraftaydı, doğru. peynir alsam mı? neyse, vardı herhalde evde.
dışarısı da soğuk işte. bir an evvel eve gitmeli. acaba annemler aramış mıdır? şarjım bitti ya, kesin ararlar.
ben aslında içinden gelen bir şefkatle saçlarımı okşayacak ve yine içinden gelen bir arzuyla tutup parmaklarımdan öpecek birini istemiştim. ama bunu hiç söylemedim. çünkü söyleyince söylediğim aklına geldi diye yapacaktı artık ve bir anlamı yoktu, hiç yoktu. şimdi bakınca, elle tutulur ne bir şefkat, ne bir zamansız arzu parıltısı görmüştüm. kesinlikle 1930'ların 'seviyorum ama belli edemem'ci katı adamlarındandı. bu katılık bedenine de yansımıştı. tüm hareketleri katıydı. dans etmek imkansızdı mesela.
ah, haksızlık ediyorum. bir kez, tıklım tıklım dolu otobüste öpüşmek istemişti ama etrafta çok fazla çocuk ve yaşlı vardı, ben rahatsız olmuştum. bir kez de yılbaşında, başka başka kentlerdeyken, telefon açıp kendisini sevdiğimi bağırmamı istemişti. ne yazık ki onun kadar sarhoş değildim ve tamamen sessiz evde bağıramazdım ailem varken. her ikisinde de telkin edici ve ketleyici davranmıştım.
ama unutuyorum. eskisinden daha az anımsıyorum. saçları uzunken nasıldı diye düşündüm geçen gün, anımsayamadım. yüzünün, ellerinin, bacaklarının ayrıntıları yavaş yavaş siliniyor. fakat o yeşil hırka ebediyen aklımda kalacak. aklımın en acı nesnesi. düşündükçe gözlerim doluyor. bütün güzellikler sanki o yeşil hırka giyilemezler içine kaldırılınca yitivermişti.
beklemenin kendisini mi seviyorum? kendime sürekli sancıyla bekleyecek bir şeyler yaratıyorum. hocadan mail bekliyorum mesela. bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum...
eskiden bir ucube gibiydim ama şimdi daha bir ucube gibiyim galiba. gerçi saçlarımı kestirdim, uçlarındaki tuhaf renkler de gidince değişik bir simam oldu. güzel gibiyim. çirkin değilim en azından.
Lou Reed ölmüş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder