12.3.12

europa

bu aralar lars von trier izleme merakı içinde olduğumdan melancholia'dan sonra europa'ya geçiş yaptım.
esasında lars von treier ile tanışmam dancer in the dark ile olmuş. olmuş diyorum çünkü filmi yapanın yönetmen olduğu bilincini çok geç edindim. -büyük utanç- björk ile tanışma anım da aynı filmle olmuştu. o da çok geç gerçekleşmişti. o da ayrıca yazıktır.
her neyse, ekşisözlük, pek çok blog, wikipedia yahut imdb'den bulabileceğiniz ıvır zıvırları buraya yazmanın manası yok diye düşündüğümden işin o kısmını geçiyorum.
burdan gerisi de spoiler dediğimiz cinsten olacak. önce filmi izleyeyim diyenlere şu noktada veda edelim. izleyince bekleriz.
velhasıl, film hipnotik bir açılışla seyirciye merhaba diyor. sonra tüm film boyunca bu etkiyi üstünde hissettiriyor. "you're going deeper and deeper." o kadar derine gidiyoruz ki hakikaten hiç ummadığımız anılar çıkıveriyor bilinçdışımızdan. filmde süregiden kasvet havası ve ara sıra bizi sarsan kitschler mevcut. öyle ki bazen sırf biz değil oyuncular bile bakamıyor vaziyete. ayrıca tam da can alıcı yerlerdeki renklendirmeler durumu hayli destekliyor.
bir de izlerken nedense hep hitler'in intiharına kadar olan almanya'yı gördüğümüzü düşündüm. öyle ki aklıma bile gelmemişti sonra noldu peki almanya'ya diye soruvermek. izlediğim ilk savaş sonrası almanya filmi oldu özetle.
idealizm yanlısı, hümanist amerikalı baş karakterimizin kendini, eski vahşi yeni zavallı alman halkına şefkat göstermek üzere heba etmesinin hikayesi içler acısı. sanırım katherina olayı güzel özetliyordu, "hangi insanlar için? burda hepimiz savaştan çıkıtık, herkes kendi hayatını kurtarmak için birbirini öldürdü." zaten çocukların bile suikastçi olduğu bir durum söz konusu. açıkçası bu adamı anlayamadığım bir gerçek, zaten kimse anlayamıyor film boyu. ahlak yasalarının en üst düzeyinde, evrensel ahlaka ulaşabilmiş naif bir delikanlı mı? artık abd kafamızda öyle bir yerde ki ordan böyle adam çıkabileceği inancında olmadığımdan doğan önyargı mıdır nedir, böyle bir insan olamaz diyorum filmi izlerken. diğer yandan adam yarı alman, yani soykırım yapmış bir milletin çocuğu-yani henüz yapmış. nereden tutarsan tut olmuyor. bu iyi niyet nereden geliyor diyor insan? bakarsan ikinci dünya savaşının en eli kanlı iki ülkesinden bahsediyoruz. belki de hata bizde, karşılıksız şefkatin varlığını unutmuşuz. lakin sayın kessler, annesi misin almanya'nın?
kessler'in ölümü de ayrı trajedi, ölmeden önce eline aldığı taramalı tüfek de. kurtarmak istediği insanları vurmak üzereyken sulara gömülen trende onu son gören adam bile kurtarmıyor. iş işten geçtikten sonra açılan kapının da çok manası kalmıyor. zaten hep iş işten geçtikten sonra olanlar daha bir hüzünlüdür.
bir yandan kenan ışık'ın açık olduğu bu geceden kafamı çok da toplayamayarak yazacaklarım böyle.
filmi izledikten sonra aklıma gelen ilk şey, güzel bir yaz günü deniz kenarı gazinosunda yusuf'la bira içip pide yediğimiz gün oldu. çoktan unuttuğum bir anıydı. filmin hipnozu işe yaramış olmalı dedim.
"şimdi ondan geriye sayacağım ve bittiğinde ölmüş olacaksın." içimizi kıyan, nefesimizi daraltan an da bu andı herhalde....

2 yorum:

  1. Ben mesela dancer in the dark filminden sonra lars von trier'e daldım ama sonra tanrııım tanrııım en hafif filmi o muydu dedim ki yani filmin final sahnesi kalbime her defasında (20 kez izlediğimi düşünürsen) kazık çakmıştır.. bu nedenle bu adamı dikkatle takip etmek, sakinliğine aldanmamak, deliliğini görmek ama tadını alıncada vazgeçmemek gerekir :D

    YanıtlaSil
  2. yahu böyle filmler yönetmenler üstüne de konuşunca kendimi çok atıp tutuyormuşum gibi hissediyorum ama ne yapayım adam pek hoş. her filminin sonu da ayrı kazık çakıyor. şimdi dikkat ettim de, baş karakterlerimiz ölmeden film bitmiyor. en azından izlediğim üç film de böyleydi... :)

    YanıtlaSil